2018.09.11.ÖRGÜT DEDİĞİN NEDİR Kİ (4. Bölüm)
'ÖRGÜT' DEDİĞİN NEDİR Kİ?
(4.Bölüm)
Cezaevinden çıktıktan sonra,
artık İzmir'de kalamayacağım, bana Denizli'de gereksinim
duyulduğu ve 'aile' olarak oraya gitmem/taşınmam gerektiği
düşüncesi iletilmiş ve ben de tereddütsüz kabul etmiştim;
çünkü ben ( başkaca sayısız arkadaş gibi), 'bu halk için'
vardım ve 'görev' adamıydım.
Küçük bir kamyonete
eşyalarımızı yükleyerek yola çıkmış ve Sarayköy'de beni
karşılayan arkadaş ile buluşmuştum.
Aynı gün, otobüs garajının
yakınlarında, Kirişhane mahallesinde, Topraklık diye bilinen bir
yerde tutulan bir eve yerleşmiştim.
.....
Benden önce Denizli'ye gelen
arkadaş bir nedenle cezaevi'ne girmiş, kısa bir süre içeride
kalmış ve akabinde başka bir 'il'e gönderilmiş, haliyle ortaya
çıkan 'boşluğu' doldurmak üzere ben yollanmıştım.
.....
Denizli'de, önceki arkadaş
döneminde, (Devrimci Solcuların ayrılmasına atfen, benzeri
pek çok 'ayrışma'da da kullandığımız sıfatlamayla) 'Askı-'2'
olayı yaşanmış, 'önde gelen' bazı arkadaşlar, kendi
ifadelerine göre, benden önceki arkadaşa 'tepki' anlamında
'biz'den ayrılmışlardı.(Bu arkadaşların zaman içinde nasıl
bir 'evrilme' süreci yaşadıkları, o dönemdeki ayrışmaların ne
ölçüde 'ideolojik' bir içerik taşıdıklarını anlamak
açısından önemli ve ufuk açıcıdır.)
Biz, ilk elde, bu 'ayrışma'
sonrası geride kalan ve 'ön planda' gözüken/ önerilen bazı
arkadaşlar ile bir araya gelmiş; benim İzmir deneyimlerimi de
içine katarak, 'hareketimizin' gündeme getirmeye başladığı
düşünceler çerçevesinde, oldukça 'şekli' olmakla birlikte
'iş'e yaradığı görülecek bir 'yapılanma'ya ilk adımı
atmıştık.
.....
Denizli, (ağırlıkla tekstil
dalında olmak üzere) bir sanayi kenti olma yolundaydı;
irili-ufaklı çok sayıda tekstil atölyesi ve fabrikası faaliyet
yürütüyordu. Bu iş yerlerinin bazılarında MİSK (Milliyetçi İşçi
Sendikaları Konfederasyonu) adında bir sendika (genel merkezi bile
Denizli'deydi), örgütlüydü. Denizli Merkez, Denizli il
kırsalından oldukça yoğun göç alıyor ve haliyle, kent
merkezinde, çok sayıda 'işsiz genç' bulunuyordu.
Denizli merkez'de bazı yüksek
okullar (Mimar ve Mühendislik Akademisi, Eğitim Enstitüsü) ve
haliyle öğrenci gençlik de ciddi oranda söz konusuydu.
Merkez'deki bazı mahallelerde
(Karşıyaka/Dokuzkavaklar, Bakırlı, Çatalçeşme gibi) faşistler
etkin konumdaydılar.
Merkez ve ilçelerden Sarayköy,
Acıpayam, Çal (Bekilli/Kutlubey)...oldukça hareketli yerlerdi.
14.01.1978 tarihinde
Çal/Bekilli/Kutlubey beldesinde Nevzat Gökçen, 20.02.1978
tarihinde Çal/Dağallı'da Ramazan Doğan, 20.06.1978 tarihinde
Acıpayam/Yassıhöyük'te Mustafa Kuşçu, ben oraya gitmeden hemen
önceki günlerde 11.04.1979 tarihinde Zeki Erdoğan ve Mustafa
Erdoğan faşistler tarafından öldürülmüşlerdi. 07.05.1979 günü,
Denizli Merkez Sevinç parkında çıkan bir kavga,'Sağ' görüşlü
olduğu söylenen bir astsubay'ın ölümüyle sonuçlanmıştı. (Bu
olayda yargılananlardan ve beraat edenlerden Harun Gökkaya
arkadaşımız, 31.10.1980 tarihinde, Denizli ili Buldan İlçesi
Yenice bölgesinde, jandarma ile girişilen çatışmada 22 kurşunla
katledildi; bir anlamda, bu Sevinç Parkında çıkan kavganın
'rövanşı' alındı.)
Anımsadığım kadarıyla(
bizzat gidip gördüklerim çerçevesinde), Acıpayam ve Yassıhöyük
köyünde, Kızılhisar'da, Tavas'da, Sarayköy'de, Merkez'de
dernekler veya kitap evleri , diğer bazı yerlerde de ilişkiler
vardı.
Biraz tanıdıktan sonra, bende
şöyle bir düşünce oluşmaya başlamıştı: Denizli, ilçeleri
de dahil, Devrimci Mücadele'nin hızla yükseltilebileceği ve buna
bağlı olarak da 'örgütlenmenin' pekala geliştirilebileceği
koşullara sahip bir yerdi.
.....
Yassıhöyük köyünde daha önce
öldürülen Mustafa Kuşçu arkadaşımız için, ölüm
yıldönümünde, oldukça kitlesel katılımlı bir miting
yapmıştık.
Devrimci Yol dergisinin bir belki
de iki sayısı 'film' halinde gelmiş ve (büyük şehirlerde çıkan
sıkıntılar nedeniyle) Denizli'de bir matbaada basılmış, bilahare
Nevşehir taraflarına biz ulaştırmıştık.
Ülke genelinde olduğu gibi
Denizli'de de artan faşist saldırılar karşısında, daha 'aktif'
ve daha 'kitlesel' bir mücadeleyi örgütlemek gerekiyordu.
Bu perspektifle hareket edilerek,
1979 yılı Mayıs/Haziran aylarında (kesin tarihi anımsayamıyorum)
MHP lideri Alparslan Türkeş'in Denizli'ye gelişi sırasında (
Denizli'nin o dönemdeki 'siyasi atmosferini anlamak açısından
çok iyi bir örnektir) içinden geçtiği Sarayköy'de ve çıkarken
de içinden geçtiği Sevindik Mahallesinde( o dönem Sarayköy'de
ve Merkez'de var olan farklı siyasi hareketlerden arkadaşlarla
birlikte) öyle kitlesel ve sert bir tepki gösterilmişti ki ,
önceden öngörülemeyen bu beklenmedik durum, ulusal basında
'manşet' olmuştu.
.....
Devrimci potansiyeli böylesine
yüksek bir ilde, başka sorunların çözümünde olduğu gibi
'parasal' sorunların çözümünde de farklı ve çok daha geniş
bir perspektif geliştirmek mümkün ve gerekliyken, bunun yerine,
'örtük' olarak yapılan bir yönlendirmeye gösterilen 'aptalca' bir
tepkinin (ve de koşulların ' abartılı iyimser' yorumlanması ve
olayın kendisinin/sonuçlarının 'küçümsenmesi') sonucu olarak
gündeme gelen ve sonuçları itibariyle (ben/biz anlamında)
'tarihsel bir hata' olan Sarayköy Tekel Deposu soygunu yaşanmıştı.
1979 yılı Temmuz ayında yaşanan
bu olayın hemen akabinde, ben ve bir arkadaş tutuklanarak önce
Sarayköy ilçe cezaevi'ne konulmuş ve ardından, 'buradan
kaçabilirler ve zaten Ağır Ceza Mahkemesinde yargılanacaklar'
gerekçesiyle, bir hafta sonra Denizli Kapalı Cezaevi'ne sevk
edilmiştik. (Bazı arkadaşlar ise 'aranır' duruma düşmüşler ve
haliyle Denizli'deki örgütlenme /Mücadele ağır bir darbe
almıştı.)
.....
Denizli Kapalı Cezaevi, 1979 yılı
itibariyle 'T Tipi' bir cezaevi idi ve bir adet de müşahedesi
vardı; bizi, 'Sol' siyasi tutukluların tutulduğu bu bölüme
vermişlerdi.
'Müşahedeye', (bodrumu hariç)
iki katlı, her katı yan yana farklı 'hücreler'den oluşan ve her
hücrede tahta birer somyanın ve 'alaturka' tuvaletin bulunduğu bir
yerdi; biz, üst katta bulunuyorduk. Alt kata, cezaevi yönetimince
'sakıncalı' bulunan veya 'koğuşlar'da 'uyumsuzluk' gösteren
'Adli' mahkumlar veya başkaca nedenlerle 'gerekli' görülenler
konuluyordu.
Hücrelerin kapıları gündüz
açılıyor, gece ise gardiyanlar, tek tek dolaşıp, kapıları
kapatıyorlardı.
(Biz gelmeden bir hafta öncesine
kadar,THKP-C/Acilciler Örgütü lideri olduğu söylenen Mihraç
Ural, bu müşahedede kalmış ve sonra Adana Kapalı Cezaevi'ne
sevk edilmiş: bizden önce farklı nedenlerle tutuklanmış
arkadaşlar, bana, okumam için, Mihraç'ın yazdığı bir yazıyı
vermişlerdi: Mihraç, hiç unutmam, bu yazısının bir yerinde, CHP
için 'Modern Faşist' diyordu.)
Müşahede bölümünde kalan
(alt ve üst katlardaki) mahkumlar, haftada bir gün, koğuşlardaki
mahkumların her gün 'havalandırma'ya çıkarıldığı avlulardan
birisine, 'hava almak' için götürülüyor ve o gün, bir-iki saat,
yalnızca onlar o avluda 'volta' atabiliyorlardı.
Bu 'volta atmaya' çıkarıldığımız
günlerde bazı 'Adli' mahkumlarla, onlar pencerelerinden bizi
seyrederken ilişki kuruyor, sorunları konuşuyor ve isteyenlere
kitaplar ve dergiler veriyorduk.
İkinci kez girdiğim Buca
Cezaevinde de bir-iki benzerine tanık olduğum üzere, ülke
çapında çatışmaların hızlandığı ve mücadelenin yükseldiği
o günlerde, bu mücadelenin yansımaları, cezaevlerinde de
görülüyor; bazı 'Adli' mahkumlar, bu yükselen mücadelenin ve
onlarla aynı konumdaki 'bizlerin' de çabasıyla (elbette,ek olarak
başkaca nedenler de olabilir)'bize' doğru eğilim
gösteriyorlardı. (Bu çerçevede 'bize' katılan
pek çok 'adli' mahkum, zamanla, 'cezaevinde' ve 'cezaevi dışında'
'biz'le ilişkisini kesmemiş ve bir biçimde sürdürmeye devam
etmişlerdir: 1979 yılındaki bir 'isyan' olayından sonra Sinop
Cezaevi'ne sürgün gönderilen, orada ağır işkenceler gören,
hastalanan ama bir türlü tedavisi yapılamayan ve nihayetinde 1987
yılında Ankara Merkez Kapalı Cezaevinde ölen Buldanlı Ahmet
Çetin arkadaşımızı -ki 1987 yılında 'Nokta dergisi' bu
arkadaşımızı 'kapak' yapmıştı- burada tarihe not olarak
düşüyorum.)
.....
Ben, bu cezaevi'ne ilk adım
attığım andan itibaren, buradan 'firar' etmenin olanaklarını
sorgulamaya başlamıştım; benden sonra Denizli'ye gelen arkadaşla
da (bir biçimde) bu düşüncemi tartışıyor ve ona, böyle bir
olasılık gündeme geldiğinde, bana yardımcı olması gerektiğini
söylüyordum.
( Cezaevi dışında ise olaylar
devam ediyor, 17.08.1979 günü faşistler Serdar Ekiz, Ömer Tayfur
Yüreğir ve Erdoğan Aziz İzmiılioğlu'nu öldürüyor; bu olaydan
5 gün sonra ise, 22.08.1979 günü 'Sağ' görüşlü birisi
vuruluyordu.)
Çok fazla ayrıntısına
girmeden yazarsam; farklı alternatifler üzerinde düşünce
geliştirirken, benimle aynı adı taşıyan (elbette soyadı farklı
olan) ve aynı siyasi hareketten olan bir arkadaşın 'yanlışlıkla'
(ben sanılarak) başka bir cezaevi'ne sürgün edilmesi olayı
yaşanınca, hızla bir seçenek üzerine yoğunlaşmış, yağmurun yağdığı ve 'ziyaretçilerin (müşahede kapıları açılarak)
içeriye alındığı ilk gün firar etmeli' düşüncesinde karar
kılmıştım.
Nitekim 1979 yılı Aralık ayı
içinde, 3.kez girdiğim cezaevinden, 5 ay 10 gün yattıktan sonra,
yağmur'un yağdığı ilk gün, aynı olaydan tutuklandığım
arkadaşla birlikte, yürüyüp giderek, ' firar etmiştim'.(Biz o
cezaevinin 'ilk firari' mahkumları idik.)
Elbette bu 'firar' edişimde,
kadın-erkek birçok arkadaşımızın çok önemli 'katkıları'
olmuştu.
12.09.2018/ DATÇA
Mehmet Erdal
Mehmet Erdal
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder