24 Aralık 2019 Salı

2018.09.11.ÖRGÜT DEDİĞİN NEDİR Kİ (4. Bölüm)

  Hiç yorum yok

     'ÖRGÜT' DEDİĞİN NEDİR Kİ? (4.Bölüm)
     Cezaevinden çıktıktan sonra, artık İzmir'de kalamayacağım, bana Denizli'de gereksinim duyulduğu ve 'aile' olarak oraya gitmem/taşınmam gerektiği düşüncesi iletilmiş ve ben de tereddütsüz kabul etmiştim; çünkü ben ( başkaca sayısız arkadaş gibi), 'bu halk için' vardım ve 'görev' adamıydım.
     Küçük bir kamyonete eşyalarımızı yükleyerek yola çıkmış ve Sarayköy'de beni karşılayan arkadaş ile buluşmuştum.
     Aynı gün, otobüs garajının yakınlarında, Kirişhane mahallesinde, Topraklık diye bilinen bir yerde tutulan bir eve yerleşmiştim.
.....
     Benden önce Denizli'ye gelen arkadaş bir nedenle cezaevi'ne girmiş, kısa bir süre içeride kalmış ve akabinde başka bir 'il'e gönderilmiş, haliyle ortaya çıkan 'boşluğu' doldurmak üzere ben yollanmıştım.
.....
     Denizli'de, önceki arkadaş döneminde, (Devrimci Solcuların ayrılmasına atfen, benzeri pek çok 'ayrışma'da da kullandığımız sıfatlamayla) 'Askı-'2' olayı yaşanmış, 'önde gelen' bazı arkadaşlar, kendi ifadelerine göre, benden önceki arkadaşa 'tepki' anlamında 'biz'den ayrılmışlardı.(Bu arkadaşların zaman içinde nasıl bir 'evrilme' süreci yaşadıkları, o dönemdeki ayrışmaların ne ölçüde 'ideolojik' bir içerik taşıdıklarını anlamak açısından önemli ve ufuk açıcıdır.)
     Biz, ilk elde, bu 'ayrışma' sonrası geride kalan ve 'ön planda' gözüken/ önerilen bazı arkadaşlar ile bir araya gelmiş; benim İzmir deneyimlerimi de içine katarak, 'hareketimizin' gündeme getirmeye başladığı düşünceler çerçevesinde, oldukça 'şekli' olmakla birlikte 'iş'e yaradığı görülecek bir 'yapılanma'ya ilk adımı atmıştık.
.....
     Denizli, (ağırlıkla tekstil dalında olmak üzere) bir sanayi kenti olma yolundaydı; irili-ufaklı çok sayıda tekstil atölyesi ve fabrikası faaliyet yürütüyordu. Bu iş yerlerinin bazılarında MİSK (Milliyetçi İşçi Sendikaları Konfederasyonu) adında bir sendika (genel merkezi bile Denizli'deydi), örgütlüydü.        Denizli Merkez, Denizli il kırsalından oldukça yoğun göç alıyor ve haliyle, kent merkezinde, çok sayıda 'işsiz genç' bulunuyordu.
     Denizli merkez'de bazı yüksek okullar (Mimar ve Mühendislik Akademisi, Eğitim Enstitüsü) ve haliyle öğrenci gençlik de ciddi oranda söz konusuydu.
     Merkez'deki bazı mahallelerde (Karşıyaka/Dokuzkavaklar, Bakırlı, Çatalçeşme gibi) faşistler etkin konumdaydılar.
     Merkez ve ilçelerden Sarayköy, Acıpayam, Çal (Bekilli/Kutlubey)...oldukça hareketli yerlerdi.
     14.01.1978 tarihinde Çal/Bekilli/Kutlubey beldesinde Nevzat Gökçen, 20.02.1978 tarihinde Çal/Dağallı'da Ramazan Doğan, 20.06.1978 tarihinde Acıpayam/Yassıhöyük'te Mustafa Kuşçu, ben oraya gitmeden hemen önceki günlerde 11.04.1979 tarihinde Zeki Erdoğan ve Mustafa Erdoğan faşistler tarafından öldürülmüşlerdi. 07.05.1979 günü, Denizli Merkez Sevinç parkında çıkan bir kavga,'Sağ' görüşlü olduğu söylenen bir astsubay'ın ölümüyle sonuçlanmıştı. (Bu olayda yargılananlardan ve beraat edenlerden Harun Gökkaya arkadaşımız, 31.10.1980 tarihinde, Denizli ili Buldan İlçesi Yenice bölgesinde, jandarma ile girişilen çatışmada 22 kurşunla katledildi; bir anlamda, bu Sevinç Parkında çıkan kavganın 'rövanşı' alındı.)
     Anımsadığım kadarıyla( bizzat gidip gördüklerim çerçevesinde), Acıpayam ve Yassıhöyük köyünde, Kızılhisar'da, Tavas'da, Sarayköy'de, Merkez'de dernekler veya kitap evleri , diğer bazı yerlerde de ilişkiler vardı.
     Biraz tanıdıktan sonra, bende şöyle bir düşünce oluşmaya başlamıştı: Denizli, ilçeleri de dahil, Devrimci Mücadele'nin hızla yükseltilebileceği ve buna bağlı olarak da 'örgütlenmenin' pekala geliştirilebileceği koşullara sahip bir yerdi.
.....
     Yassıhöyük köyünde daha önce öldürülen Mustafa Kuşçu arkadaşımız için, ölüm yıldönümünde, oldukça kitlesel katılımlı bir miting yapmıştık.
     Devrimci Yol dergisinin bir belki de iki sayısı 'film' halinde gelmiş ve (büyük şehirlerde çıkan sıkıntılar nedeniyle) Denizli'de bir matbaada basılmış, bilahare Nevşehir taraflarına biz ulaştırmıştık.
     Ülke genelinde olduğu gibi Denizli'de de artan faşist saldırılar karşısında, daha 'aktif' ve daha 'kitlesel' bir mücadeleyi örgütlemek gerekiyordu.
     Bu perspektifle hareket edilerek, 1979 yılı Mayıs/Haziran aylarında (kesin tarihi anımsayamıyorum) MHP lideri Alparslan Türkeş'in Denizli'ye gelişi sırasında ( Denizli'nin o dönemdeki 'siyasi atmosferini anlamak açısından çok iyi bir örnektir) içinden geçtiği Sarayköy'de ve çıkarken de içinden geçtiği Sevindik Mahallesinde( o dönem Sarayköy'de ve Merkez'de var olan farklı siyasi hareketlerden arkadaşlarla birlikte) öyle kitlesel ve sert bir tepki gösterilmişti ki , önceden öngörülemeyen bu beklenmedik durum, ulusal basında 'manşet' olmuştu.
.....
     Devrimci potansiyeli böylesine yüksek bir ilde, başka sorunların çözümünde olduğu gibi 'parasal' sorunların çözümünde de farklı ve çok daha geniş bir perspektif geliştirmek mümkün ve gerekliyken, bunun yerine, 'örtük' olarak yapılan bir yönlendirmeye gösterilen 'aptalca' bir tepkinin (ve de koşulların ' abartılı iyimser' yorumlanması ve olayın kendisinin/sonuçlarının 'küçümsenmesi') sonucu olarak gündeme gelen ve sonuçları itibariyle (ben/biz anlamında) 'tarihsel bir hata' olan Sarayköy Tekel Deposu soygunu yaşanmıştı.
     1979 yılı Temmuz ayında yaşanan bu olayın hemen akabinde, ben ve bir arkadaş tutuklanarak önce Sarayköy ilçe cezaevi'ne konulmuş ve ardından, 'buradan kaçabilirler ve zaten Ağır Ceza Mahkemesinde yargılanacaklar' gerekçesiyle, bir hafta sonra Denizli Kapalı Cezaevi'ne sevk edilmiştik. (Bazı arkadaşlar ise 'aranır' duruma düşmüşler ve haliyle Denizli'deki örgütlenme /Mücadele ağır bir darbe almıştı.)
.....
     Denizli Kapalı Cezaevi, 1979 yılı itibariyle 'T Tipi' bir cezaevi idi ve bir adet de müşahedesi vardı; bizi, 'Sol' siyasi tutukluların tutulduğu bu bölüme vermişlerdi.
     'Müşahedeye', (bodrumu hariç) iki katlı, her katı yan yana farklı 'hücreler'den oluşan ve her hücrede tahta birer somyanın ve 'alaturka' tuvaletin bulunduğu bir yerdi; biz, üst katta bulunuyorduk. Alt kata, cezaevi yönetimince 'sakıncalı' bulunan veya 'koğuşlar'da 'uyumsuzluk' gösteren 'Adli' mahkumlar veya başkaca nedenlerle 'gerekli' görülenler konuluyordu.
     Hücrelerin kapıları gündüz açılıyor, gece ise gardiyanlar, tek tek dolaşıp, kapıları kapatıyorlardı.
     (Biz gelmeden bir hafta öncesine kadar,THKP-C/Acilciler Örgütü lideri olduğu söylenen Mihraç Ural, bu müşahedede kalmış ve sonra Adana Kapalı Cezaevi'ne sevk edilmiş: bizden önce farklı nedenlerle tutuklanmış arkadaşlar, bana, okumam için, Mihraç'ın yazdığı bir yazıyı vermişlerdi: Mihraç, hiç unutmam, bu yazısının bir yerinde, CHP için 'Modern Faşist' diyordu.)
     Müşahede bölümünde kalan (alt ve üst katlardaki) mahkumlar, haftada bir gün, koğuşlardaki mahkumların her gün 'havalandırma'ya çıkarıldığı avlulardan birisine, 'hava almak' için götürülüyor ve o gün, bir-iki saat, yalnızca onlar o avluda 'volta' atabiliyorlardı.
     Bu 'volta atmaya' çıkarıldığımız günlerde bazı 'Adli' mahkumlarla, onlar pencerelerinden bizi seyrederken ilişki kuruyor, sorunları konuşuyor ve isteyenlere kitaplar ve dergiler veriyorduk.
     İkinci kez girdiğim Buca Cezaevinde de bir-iki benzerine tanık olduğum üzere, ülke çapında çatışmaların hızlandığı ve mücadelenin yükseldiği o günlerde, bu mücadelenin yansımaları, cezaevlerinde de görülüyor; bazı 'Adli' mahkumlar, bu yükselen mücadelenin ve onlarla aynı konumdaki 'bizlerin' de çabasıyla (elbette,ek olarak başkaca nedenler de olabilir)'bize' doğru eğilim
gösteriyorlardı. (Bu çerçevede 'bize' katılan pek çok 'adli' mahkum, zamanla, 'cezaevinde' ve 'cezaevi dışında' 'biz'le ilişkisini kesmemiş ve bir biçimde sürdürmeye devam etmişlerdir: 1979 yılındaki bir 'isyan' olayından sonra Sinop Cezaevi'ne sürgün gönderilen, orada ağır işkenceler gören, hastalanan ama bir türlü tedavisi yapılamayan ve nihayetinde 1987 yılında Ankara Merkez Kapalı Cezaevinde ölen Buldanlı Ahmet Çetin arkadaşımızı -ki 1987 yılında 'Nokta dergisi' bu arkadaşımızı 'kapak' yapmıştı- burada tarihe not olarak düşüyorum.)
.....
     Ben, bu cezaevi'ne ilk adım attığım andan itibaren, buradan 'firar' etmenin olanaklarını sorgulamaya başlamıştım; benden sonra Denizli'ye gelen arkadaşla da (bir biçimde) bu düşüncemi tartışıyor ve ona, böyle bir olasılık gündeme geldiğinde, bana yardımcı olması gerektiğini söylüyordum.
     ( Cezaevi dışında ise olaylar devam ediyor, 17.08.1979 günü faşistler Serdar Ekiz, Ömer Tayfur Yüreğir ve Erdoğan Aziz İzmiılioğlu'nu öldürüyor; bu olaydan 5 gün sonra ise, 22.08.1979 günü 'Sağ' görüşlü birisi vuruluyordu.)
     Çok fazla ayrıntısına girmeden yazarsam; farklı alternatifler üzerinde düşünce geliştirirken, benimle aynı adı taşıyan (elbette soyadı farklı olan) ve aynı siyasi hareketten olan bir arkadaşın 'yanlışlıkla' (ben sanılarak) başka bir cezaevi'ne sürgün edilmesi olayı yaşanınca, hızla bir seçenek üzerine yoğunlaşmış, yağmurun yağdığı ve 'ziyaretçilerin (müşahede kapıları açılarak) içeriye alındığı ilk gün firar etmeli' düşüncesinde karar kılmıştım.
     Nitekim 1979 yılı Aralık ayı içinde, 3.kez girdiğim cezaevinden, 5 ay 10 gün yattıktan sonra, yağmur'un yağdığı ilk gün, aynı olaydan tutuklandığım arkadaşla birlikte, yürüyüp giderek, ' firar etmiştim'.(Biz o cezaevinin 'ilk firari' mahkumları idik.)
     Elbette bu 'firar' edişimde, kadın-erkek birçok arkadaşımızın çok önemli 'katkıları' olmuştu.
     12.09.2018/ DATÇA
     Mehmet Erdal

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder