2020.06.01.CEZAEVİ YAZILARI-5: İÇ TARTIŞMALAR
CEZAEVİ YAZILARI-5: İÇ TARTIŞMALAR
!
Önceki dört bölümde okuduğunuz
yazıların (ve bundan sonra yayınlanacak olanların da bir
kısmının) yazılmasına vesile olan Aydın E Tipi Özel Kapalı
Cezaevinde DY'cu tutsaklar arasında yaşanan ve 1987 yılı ikinci
yarısı ile 1988 yılı ilk yarısını kapsayacak kadar oldukça
uzun bir süre devam eden iç tartışmalar, Kasım 1987 başında,
DY'cu tutsakların her birinin eksiksiz katılım gösterdiği
toplantılar biçiminde de gerçekleşmiş; ilişkiler, bir ara
koptu kopacak noktasına gelmişti.
"CEZAEVİ YAZILARI":.. başlığı
altında yayınlanan (ve o yıllarda yazılan) bu yazıların arka
planını oluşturan bu "iç tartışmalara" dair özet bir
bilginin, bu yazıların yazılma nedenlerinin ve içeriklerinin daha
iyi anlaşılabilmesi açısından yararlı olacağını düşünüyorum.
***
Daha önce yazdığım bir yazıda
(*) bazı yönleriyle anlattığım bu "iç tartışma" sürecinde,
başlangıçta, gerçekte, DY'cu tutsakların birlikte sürdürmeye
çalıştıkları günlük yaşamlarında ve aralarındaki
ilişkilerde yaşadıkları sorunlar ve bu sorunların aşılmasına
dair görece farklı yaklaşımlar tartışılıyordu.
Hiç şüphesiz, bu sorunlar ve bu
sorunların aşılmasına dair görece farklı yaklaşımlar,
yalnızca Aydın E Tipi Özel Kapalı Cezaevi'nde ortaya çıkmış
ve haliyle, öncesi olmayan gelişmeler değillerdi.
Gerçekte, bizler, öncesinde
yaşadığımız cezaevlerinde de görece birbirinden farklı olmakla
birlikte, özünde benzer sorunları ve tartışmaları yaşıyorduk.
1986 yılı ikinci yarısının
sonlarından itibaren farklı cezaevlerinden ya da cezaevleri
dışındaki yerlerden farklı zamanlarda gelip farklı nedenlerle
gönüllü olarak bir arada yaşamayı tercih eden DY'cu tutsakların
(benim de içinde olduğum) bir kısmı, bu var olan ortak yaşamın
pek çok yönden sorunlu olduğunu ve sorgulanması gerektiğini
yüksek sesle dillendirmeye başlamıştı; (benim açımdan) Aydın'a
özgü olan gelişme, bu idi.
Böylesi bir durumda yapılması
gereken, oturup, var olduğu iddia edilen sorunların gerçekte var
olup olmadığının tartışılması ve eğer var iseler,
çözümlerinin birlikte bulunarak, o sorunların elbirliği ile
giderilmesi olmalıydı.
Elbette, aklı selim galip gelse
ve akla uygun davranılmak istense idi...
Ama, maalesef, gelişmeler,
beklendiği gibi olmadı.
***
DY'cu tutsakları cezaevi yönetimi
ve diğer siyasi hareketlerden tutsaklar nezdinde öteden beri
temsil eden ve aynı zamanda DY'cuların ortak yaşam (komün)
faaliyetlerini koordine eden arkadaşlar, önce "Sorun morun yok;
bunlar hezeyanlardır" yollu savunma, sonra da, bu eleştirileri
yöneltenleri, yurt dışı kaynaklı bazı gelişmeler ile
ilişkilendirerek, suçlama ve dışlama/ötekileştirme yolunu
seçtiler.
Hal böyle olunca, tartışma,
ister istemez, bir üst boyuta yükseldi.(**)
***
Öncesi yıllarda, (öteden beri
cezaevlerinde yatan DY'cu tutsakları kast ederek yazıyorum) her
birimiz, içinde yaşadığımız koşullar nedeniyle, muhtemelen,
çok net görüşler savunmuyorduk ya da farklı nedenlerle yüksek
sesle dillendirerek savunamıyorduk; ama şimdi, bu iç tartışmaların
başlamasıyla, birkaç arkadaş, çok net bir biçimde şunları
söylüyorduk: Evet, hepimiz DY davalarından yargılanmış ve
farklı cezalar almıştık. Kendimizi, DY'cu olarak görüyorduk.
Gönüllü olarak bir araya gelmiştik ve birlikte yaşamayı tercih
ediyorduk. Evet, hala, dışarıda bir şeyler yapmaya çalışan ve
bu faaliyetleri nedeniyle tutsak konumuna düşen ve aramıza katılan
arkadaşlar da vardı. Her ne ise, her birimiz, bugün, merkezi bir
yapımızın olmadığı bu öznel koşullarda ayakta kalmaya
çalışmamızın doğal sonucu olarak, günlük yaşama ve/veya
dünyada ve ülkemizde olup biten güncel toplumsal (siyasal,
ekonomik, sosyal vb.) gelişmelere dair birbirimizden görece farklı
düşünceler geliştirmiş ve savunuyorduk. Bunda şaşılacak bir
şey yoktu. Bu, hayatın akışına uygun bir gelişmeydi. (Bundan
önceki dört bölümde okuduğunuz yazılarda, ısrarla ve döne
döne devrimci hareketimizin bilgi, deney ve kadro birikiminin o
günlerdeki durumunun irdelenmesinin, keza bundan sonraki bölümlerde
okuyacağınız "İdeolojik-teorik çalışma'nın gerekliliğine vb..." dair yazıların bir kısmının yazılmalarının nedeni budur.)
Bu durumda, Aydın E Tipi Özel
Kapalı Cezaevinde, kimse, kendisini, olmayan bir devrimci hareketin
cezaevi temsilcisi gibi lanse edemez ve davranamazdı; eğer
birilerinin cezaevi dışı ile bir ilişkisi var ise (ki var olduğu
biliniyordu ve dahası, bu ilişki, 'kör kör gözüm parmağına'
dercesine, bir biçimde, gösteriliyordu), bu ilişkisi, bu düzlemde
bir ilişki olarak kabul edilemez ve kabul ettirilmeye de
çalışılamazdı. Mevcut koşullarda yetki, yalnızca, bugün bu
cezaevinde bulunan, kendisini DY'cu olarak gören ve bir arada
yaşamayı tercih eden DY'culardan alınabilirdi.
Bu cezaevindeki DY'cuların
birlikteliği, yalnızca bu cezaevinde yaşayan DY'cuların bir
birlikteliğiydi ve aynı anlama gelmek üzere, onların örgütüydü.
Haliyle bu örgüt, bu cezaevinde bu birliktelik içinde yaşayan
DY'culardan mütevellitti; yani onlardan oluşuyordu. Bugün, bu
cezaevinde, bu DY'culara rağmen bir DY örgütü var olamazdı ve
var olduğu da söylenemezdi.
Hal böyle olunca, buradaki DY'cu
tutsakları edilgen birer kişi olarak gören ve yetkiyi dışarıdan
(olmayan devrimci hareketten) aldığını söyleyen bir örgüt
anlayışı, teoriye de ters idi. Teori, bizlerin içinde var olduğu
ya da yarattığı örgütlenmelerin, olmasını istediğimiz ve
uğruna mücadele ettiğimiz yaşam biçimini esas alması ve onu
yaşanılır bir gerçeklik haline getirmesi gerektiğini söylüyordu.
Eğer, uğruna mücadele ettiğimiz ve bedeller ödediğimiz yaşam
biçimini, bulunduğumuz yerlerde yaşanılır bir gerçeklik haline
getiremeyecek idi isek, biz neden mücadele ediyorduk?.. Bu
çerçevede, günlük yaşamımıza dair kararlar, iki-üç kişi
arasında alınıp uygulamaya sokulmamalı; genel eğilim belirlenip,
ondan sonra karar haline getirilmeliydi. (O günlerde, bu tür
düşünceler 'parmak demokrasisi' olarak nitelendirilip aforoz
edilmeye çalışıldığından, biz düşüncemizi, 'çoğunluk
iradesi belirlensin', anlamına geldiğinden, 'genel eğilim
belirlensin' biçiminde ifade ediyorduk. Yani, herkes kararını,
parmağını kaldırarak mı belirtecek, diye sorulduğunda, hayır,
düşüncesini kendi söyleyecek, diyorduk. Şimdi, bu satırları
okuyan arkadaşlardan gülümseyenler var ise eğer, bilsinler ki,
ayniyle vaki, bütün bunlar yaşandı ve konuşuldu.)
Öncesinde ya da en son 1991 yılı
1 Ağustos tarihinde çıkan İnfaz yasası sonrası dışarıya
çıktıkları andan itibaren aynı düşünceleri savunmaya devam
ettiler mi ya da ettiler ise daha ne zamana kadar devam ettiler ve ne
zaman, neden vazgeçtiler bilinmez ama o iç tartışmalar sırasında,
bu arkadaşlarımız, görece birbirlerinden farklı olsalar da,
şunları savunuyorlardı: Devrimci hareketimiz hala vardır. Yok,
diyenler örgüt düşmanıdırlar. Örgütsüzlüğü, dahası sivil
toplumcu anlayışları savunmaktadırlar. Yönetici/temsilci
konumundaki arkadaşlar, hareketimizin bu cezaevindeki
temsilcileridir. Hareketimiz, bazı değerlendirmeler yapmış ve
yoluna devam etmektedir. Demokrasi'yi savunanlar, Mahir'in
Kesintisizlerindeki örgüt anlayışını bilmeyen ve dahası
reddedenlerdir. Bizde, Demokrasi değil, Demokratik Merkeziyetçilik
geçerlidir. Bu cezaevinde, içinde yaşanılan koşullar nedeniyle,
Demokratik Merkeziyetçiliğin merkezi yanı ağır basmaktadır.
Biz, dünden bugüne bunu savunup geldik. DY'cu olanlar böyle
düşünmelidir vb.vb...(***)
Hem Mahir'in yaşadığı ve Kesintisizlerin yazıldığı hem de DY'un var olduğu ve mücadele
ettiği nesnel ve öznel koşullar birbirinden ve her ikisi de içinde
yaşanılan 12 Eylül sonrasının nesnel ve öznel koşullarından
çok farklı idi; haliyle hepsinin nesnel ve öznel koşullarını
bir ve aynı görüp, farklı nesnel ve öznel koşullarda yazılmış
yazıları her tür koşulda geçerliymiş gibi değerlendirmek akla
ziyan bir yaklaşımdı. Ama olsun, o anki durumu devam ettirmenin
başka bir yolu da yoktu, bunu savunan arkadaşlara göre.
(Sosyalist) Demokrasi ile
Demokratik Merkeziyetçiliğin birbirinden farklı ve birbirlerinin
yerine geçirilebilen zıt olgular olarak değerlendirilip
değerlendirilemeyeceği de dahil pek çok konu, neredeyse bir yılı
bulan o sürede farklı biçimlerde ama özel olarak yalnızca bu
çerçevede toplanılan on bir günde uzun uzadıya tartışıldı.
Eteğindeki taşları dökmek isteyen herkes, bu vesile ile muradına
nail oldu. Konuşulmayan bir şey kalmadı. (****)
Çok sert tartışmaların
yaşandığı ve haliyle oldukça stresli geçen bu on bir (11) günün
sonunda, iç tartışmaların bitmeyeceğinin ve devam edeceğinin
(bir biçimde) kabulü temelinde, bir uzlaşıya varıldı. (*****)
01.06.2020/Datça
Mehmet Erdal
Notlar:
(*) Bknz: 'Kim Yolcu? Kimler
Yollarda? Https://mehmeterdalyazilar.blogspot.com
'
(**) ”...Şu anki duygularımı
anlatmak mümkün değil. Tam diyalektiğe uygun, çelişkili bir an.
İnsan, günlük sosyal ve siyasal yaşamında, böyle bir anla zor
karşılaşır. Sonucu bilemiyorsun. Bilinmezcilik, çoğu zaman,
istenmeyen sonuçlara gebe olabilir. Her bilinmez bir durumla
karşılaştığımda, işkence gördüğüm duygusuna kapılıyorum.
İstiyorum ki, hemen bitiversin. Her şey olup bitiversin. Ama doğru
değil. Bilinmez durumu, olması gerekene çevirmek için ne kadar
süre gerekiyorsa, o kadar dayanmak gerek. Kayıp koyuvermek değil,
iradi bir direnme tavrı koymak gerek. Ama ne olursa olsun,
bilinmezcilik kötü. Bilinmezcilikten, olması gereken duruma geçiş
ise, harika. Müthiş bir şey. Bu duyguyu tatmak istiyorum.
Önümüzdeki mektup tadıp tatmadığımı yazarım...”(02.11.1987)
(***)“...İfade etmeyi önleyen
her türden baskılanmanın ve ket vurmanın olmadığı bir ortam,
kişinin kendi evinde olmaz da nerede olur. Kişi, en tam olarak,
kendi evinde özgür olmaz da, nerede olur? Sosyalizm, Sosyalist
Demokrasi falan diyoruz; D. Komiteleri ile, halka, kendi kendisini
yönetmesini öneriyoruz ya, tüm bunları söyleyen bizler,
maalesef, kendi bulunduğumuz yerlerde ve aile yaşantımızda,
nedense, bunun tersini uyguluyoruz. Burada, bir terslik var. Ya
önerimizde içten değiliz, ya da önerdiğimiz şeyin içeriğini
bilmiyoruz. Hangisi? Sosyalist Demokrasi kelimelerini duydukları an
tüyleri diken diken olanların, hem bilgisizlikleri hem de olaya
tahammülsüzlükleri söz konusu. Halbuki canım, nerede olursak
olalım, bulunduğumuz her yerde Sosyalist Demokrasi yaşamımızın
özüdür. Kendisidir. Bu olmadan, olmaz. Hem bunu savunmayacaksın
ve hem de devrimci olduğunu söyleyeceksin, olmaz öyle şey.
Devrimci isen, bunu savunacaksın. Bilmiyorsan, öğreneceksin. Ama
öz olarak her yerde her zaman bulunması gereken bunu, hangi koşulda
hangi biçimde işleteceğin ise, ayrı bir konudur ve
tartışılmalıdır. Koşulsuz, koşullara uygun biçimlenmeyen
Sosyalist Demokrasi anlayışı olmaz. Bu, anarşiye kadar varabilir.
Bugün, asıl sorun, hem bu anlayışı reddedenler ile ve hem de
bunu ifrata vardırarak savunanlarladır. Kişi, kendisinin, her
türlü eleştiriye açık olduğunu söyler, bu konuda mangalda kül
bırakmaz ama bir kez tam 12'den kendisine eleştiri yöneltildiğini
görsün, kıyameti koparır. Çok alt düzeyden ve çamurlaşarak,
resmen saldırır. Anlayamıyorum veya anlıyorum da, bu noktaya
düşülmesini kabullenemiyorum. Yani, bana dokunma da, kime ne
dersen de, her şey mübah... Olur mu bu? Kendim için hak olan,
herkes için de haktır. Liberal biri değilsen, bu böyledir...”
(9.01.1988)
(****)(06.11.1987) “...Hareketli
günler yaşıyoruz.
Hareketli, ama yararlanana,
verimli günler yaşıyoruz. Çok verimli. Ben yararlanıyorum. Daha
da yararlanmam mümkün. Daha da yararlı olması mümkün. Bunun
için, bazı unsurların olması, bazı unsurların olmaması gerek.
İnsanların, konuşma ve tartışmada, belli bir seviyenin altına
düşmesine, belli bir kabul görmüş üslubun dışına çıkmasına
alışkınım ama şaşıyorum. İnsanlar, böylesi durumlardan
kaçınmalıdır, diyorum. Bu, bir istem. İnsanların yücelmesini
ve daha iyi şeyler sergilemelerini istiyorum. Bekliyorum. Özellikle,
bizler. Bayağılık, bizden uzak olmalı. Durmalı. Bayağılık
alçaltıyor. Yükselmek gerek.
Günlük yaşam programım alt-üst
oldu. Bir daha ne zaman yoluna sokacağım, o da belli değil. Ne
kitap okuyorum ne de başka bir şey yapıyorum. Yaşayıp gidiyorum.
Öğrenmek, ne kadar güzel bir şey. İnsanları öğreniyorum. Bazı
şeyleri yıkarak ve yerlerine bazı şeyleri yaparak öğreniyorum.
Yıkmak kötü, ama yapmak çok güzel. Bina yıkmıyorsun, uzun
zaman var ede geldiğin ve yaşamını devam ettirdiğin şeylerin
yıkıldığını görüyorsun. Üzülüyorsun. Ama ayakta durmasında
yarar görmediğin için yıkıyorsun. Yerine güzelini inşa ediyorsun. İnsanları yeniden keşfetmek, ne güzel? İnsanların,
keşfedilmeyi bekleyen ne güzel yönleri var. Tanıdığını
sandığını, yanlış tanıdığını; tanımadığını sandığını,
tanıyamadığını görüyorsun. Eksiklik, kişinin kendisinde ama,
her şey o kadar değil. Olaylar da önemli. Olaylar, turnusol kağıdı
görevini görüyor. İnsanları, hallaç pamuğu gibi atıyor.
Savuruyor. Dane bir yana, saman bir yana gidiyor.
...Bu mektubu yazmaya Cuma günü
başladım. Ama şu ana kadar bitiremedim. Bugün Pazar ve
nöbetçiyim. Bitirdim...Kafam çok yorgun. Kara kara bulutların
neler getireceği belli değil. Bol yağmur getirmesini ve berekete
yol açmasını istiyorum. Başka bir şey de düşünmek
istemiyorum. Sonucu sana yazarım. Merak etme...” (08.11.1987)
(*****) “...Burada olsaydın,
olanı biteni görseydin veya anlatabilseydim...Neler oldu neler?
Kıyametin kopacağı anlara yaklaşıldı, kıyamet belirtileri
görüldü. Ha koptu ha kopacak...diye beklenildi. Kızıma yazdığım
son mektubun son satırını anımsıyor musun? "Yarın, uzun bir gün
olacak.".. Biliyorsun, Müttefik kuvvetlerinin Normandiya kıyılarına
yaptığı çıkarma günü "en uzun gün" olarak nitelendirilir.
Gün, yine 24 saattir... Ama dakikası, saatler gibi geçmek
bilmez... Çok şeye gebedir. Umut ile umutsuzluk, yengi ile yenilgi,
her şey vardır o yaşanacak günde. Ve yengi, umut çıkar...
Bilinmezlik, olması gerekeni, umudu, yengiyi doğurur. "Harika", "Müthiş bir şey" olur... Fırtınaların getirdiği bulutlar,
müthiş bir verimliliğe yol açan yağmurlara yol açar. Yağmurun
her tanesi altın kıymetindedir.
Gün, "en uzun gün" olacak diye
bekleniyordu. Ama, sabahın ilk dakikaları ile, verimli yağmur
daneleri düşmeye başladı. Toprak, bu yağmur danelerini, hızla
emdi. Emdikçe, yenilerini bekledi. Yenileri geldi. Sonucu, kısa
sürede belli olmuştu...
Öncesini anlatmak var...Kolay ama
zor...O anların yol açtığı duyguları canlı anlatmak, çok zor.
Bazı şeyleri yaşamak gerek. Uçurum kenarında yürümeye
benziyor. Hiç yürüdün mü? Birinde, bir gece, çok dik bir
yamaçtaydım...Gökte hafif bir aydınlığa yol açan ay
vardı...Yamaç, biraz sonra, derin bir uçuruma dönüşüyordu.
Oradan gelip giderdim. Ve bir gece, dengemi kaybedip yuvarlandım.
Tamam, dedim; yandım. Son an, bir çalıdan bir tutama tutundum.
(Not: Cümlenin doğrusu, bir tutam çalıya tutundum, olacak)
Kurtulmuştum. Bir çok kez yaşanan, "ölümün eşiğinden dönme" yaşanmıştı... "Yaşama dönmek" çok güzeldi...
Uçurum kenarlarında yürürken,
duygular çok karmaşık oluyor. Önce, şart mıydı burada
yürümek?, diye soruyorsun...Değişmez yanıtın "zorunluydu" olunca, vicdan azabı çekmiyorsun. Ve o sıralar, yine pek çok
şeyin alt-üst olduğunu görüyorsun. Her şeyi yeniden
değerlendiriyorsun. "Korkunun ecele faydası yok" diye düşünüyorsun.
Bunu, unutmamacasına, bellemek gerekirdi, diyorsun.
Belliyorsun... Nasıl anlatsam?...
Şu an öyle mutluyum ki...
Şu yaşanan on bir gün boşa
gitmemeli. Bir daha zor yaşanır on bir gün...
Burada, şu on bir günde, bir
arkadaşa göre, ilgiyle izlenen "hareketli bir diziden" sonra,
lokumlar yendi, her şey tatlı sonuçlandı ve yarın da, olası,
eğlence gecemiz var. nicedir, tasarım düzeyinde konuşuluyordu.
Tasarım düzeyinden çıkıp, uygulama safhasına girecek. Burada
olup, şu on bir günü yaşamanı isterdim.”(15.11.1987)
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder