31 Mayıs 2020 Pazar

2020.06.01.CEZAEVİ YAZILARI-5: İÇ TARTIŞMALAR

  Hiç yorum yok

     CEZAEVİ YAZILARI-5: İÇ TARTIŞMALAR !
     Önceki dört bölümde okuduğunuz yazıların (ve bundan sonra yayınlanacak olanların da bir kısmının) yazılmasına vesile olan Aydın E Tipi Özel Kapalı Cezaevinde DY'cu tutsaklar arasında yaşanan ve 1987 yılı ikinci yarısı ile 1988 yılı ilk yarısını kapsayacak kadar oldukça uzun bir süre devam eden iç tartışmalar, Kasım 1987 başında, DY'cu tutsakların her birinin eksiksiz katılım gösterdiği toplantılar biçiminde de gerçekleşmiş; ilişkiler, bir ara koptu kopacak noktasına gelmişti.
      "CEZAEVİ YAZILARI":.. başlığı altında yayınlanan (ve o yıllarda yazılan) bu yazıların arka planını oluşturan bu "iç tartışmalara" dair özet bir bilginin, bu yazıların yazılma nedenlerinin ve içeriklerinin daha iyi anlaşılabilmesi açısından yararlı olacağını düşünüyorum.
     ***
     Daha önce yazdığım bir yazıda (*) bazı yönleriyle anlattığım bu "iç tartışma" sürecinde, başlangıçta, gerçekte, DY'cu tutsakların birlikte sürdürmeye çalıştıkları günlük yaşamlarında ve aralarındaki ilişkilerde yaşadıkları sorunlar ve bu sorunların aşılmasına dair görece farklı yaklaşımlar tartışılıyordu.
     Hiç şüphesiz, bu sorunlar ve bu sorunların aşılmasına dair görece farklı yaklaşımlar, yalnızca Aydın E Tipi Özel Kapalı Cezaevi'nde ortaya çıkmış ve haliyle, öncesi olmayan gelişmeler değillerdi.
     Gerçekte, bizler, öncesinde yaşadığımız cezaevlerinde de görece birbirinden farklı olmakla birlikte, özünde benzer sorunları ve tartışmaları yaşıyorduk.
     1986 yılı ikinci yarısının sonlarından itibaren farklı cezaevlerinden ya da cezaevleri dışındaki yerlerden farklı zamanlarda gelip farklı nedenlerle gönüllü olarak bir arada yaşamayı tercih eden DY'cu tutsakların (benim de içinde olduğum) bir kısmı, bu var olan ortak yaşamın pek çok yönden sorunlu olduğunu ve sorgulanması gerektiğini yüksek sesle dillendirmeye başlamıştı; (benim açımdan) Aydın'a özgü olan gelişme, bu idi.
     Böylesi bir durumda yapılması gereken, oturup, var olduğu iddia edilen sorunların gerçekte var olup olmadığının tartışılması ve eğer var iseler, çözümlerinin birlikte bulunarak, o sorunların elbirliği ile giderilmesi olmalıydı.
     Elbette, aklı selim galip gelse ve akla uygun davranılmak istense idi...
     Ama, maalesef, gelişmeler, beklendiği gibi olmadı.
     ***
     DY'cu tutsakları cezaevi yönetimi ve diğer siyasi hareketlerden tutsaklar nezdinde öteden beri temsil eden ve aynı zamanda DY'cuların ortak yaşam (komün) faaliyetlerini koordine eden arkadaşlar, önce "Sorun morun yok; bunlar hezeyanlardır" yollu savunma, sonra da, bu eleştirileri yöneltenleri, yurt dışı kaynaklı bazı gelişmeler ile ilişkilendirerek, suçlama ve dışlama/ötekileştirme yolunu seçtiler.
     Hal böyle olunca, tartışma, ister istemez, bir üst boyuta yükseldi.(**)
     ***
     Öncesi yıllarda, (öteden beri cezaevlerinde yatan DY'cu tutsakları kast ederek yazıyorum) her birimiz, içinde yaşadığımız koşullar nedeniyle, muhtemelen, çok net görüşler savunmuyorduk ya da farklı nedenlerle yüksek sesle dillendirerek savunamıyorduk; ama şimdi, bu iç tartışmaların başlamasıyla, birkaç arkadaş, çok net bir biçimde şunları söylüyorduk: Evet, hepimiz DY davalarından yargılanmış ve farklı cezalar almıştık. Kendimizi, DY'cu olarak görüyorduk. Gönüllü olarak bir araya gelmiştik ve birlikte yaşamayı tercih ediyorduk. Evet, hala, dışarıda bir şeyler yapmaya çalışan ve bu faaliyetleri nedeniyle tutsak konumuna düşen ve aramıza katılan arkadaşlar da vardı. Her ne ise, her birimiz, bugün, merkezi bir yapımızın olmadığı bu öznel koşullarda ayakta kalmaya çalışmamızın doğal sonucu olarak, günlük yaşama ve/veya dünyada ve ülkemizde olup biten güncel toplumsal (siyasal, ekonomik, sosyal vb.) gelişmelere dair birbirimizden görece farklı düşünceler geliştirmiş ve savunuyorduk. Bunda şaşılacak bir şey yoktu. Bu, hayatın akışına uygun bir gelişmeydi. (Bundan önceki dört bölümde okuduğunuz yazılarda, ısrarla ve döne döne devrimci hareketimizin bilgi, deney ve kadro birikiminin o günlerdeki durumunun irdelenmesinin, keza bundan sonraki bölümlerde okuyacağınız "İdeolojik-teorik çalışma'nın gerekliliğine vb..." dair yazıların bir kısmının yazılmalarının nedeni budur.)
     Bu durumda, Aydın E Tipi Özel Kapalı Cezaevinde, kimse, kendisini, olmayan bir devrimci hareketin cezaevi temsilcisi gibi lanse edemez ve davranamazdı; eğer birilerinin cezaevi dışı ile bir ilişkisi var ise (ki var olduğu biliniyordu ve dahası, bu ilişki, 'kör kör gözüm parmağına' dercesine, bir biçimde, gösteriliyordu), bu ilişkisi, bu düzlemde bir ilişki olarak kabul edilemez ve kabul ettirilmeye de çalışılamazdı. Mevcut koşullarda yetki, yalnızca, bugün bu cezaevinde bulunan, kendisini DY'cu olarak gören ve bir arada yaşamayı tercih eden DY'culardan alınabilirdi.
     Bu cezaevindeki DY'cuların birlikteliği, yalnızca bu cezaevinde yaşayan DY'cuların bir birlikteliğiydi ve aynı anlama gelmek üzere, onların örgütüydü. Haliyle bu örgüt, bu cezaevinde bu birliktelik içinde yaşayan DY'culardan mütevellitti; yani onlardan oluşuyordu. Bugün, bu cezaevinde, bu DY'culara rağmen bir DY örgütü var olamazdı ve var olduğu da söylenemezdi.
     Hal böyle olunca, buradaki DY'cu tutsakları edilgen birer kişi olarak gören ve yetkiyi dışarıdan (olmayan devrimci hareketten) aldığını söyleyen bir örgüt anlayışı, teoriye de ters idi. Teori, bizlerin içinde var olduğu ya da yarattığı örgütlenmelerin, olmasını istediğimiz ve uğruna mücadele ettiğimiz yaşam biçimini esas alması ve onu yaşanılır bir gerçeklik haline getirmesi gerektiğini söylüyordu. Eğer, uğruna mücadele ettiğimiz ve bedeller ödediğimiz yaşam biçimini, bulunduğumuz yerlerde yaşanılır bir gerçeklik haline getiremeyecek idi isek, biz neden mücadele ediyorduk?.. Bu çerçevede, günlük yaşamımıza dair kararlar, iki-üç kişi arasında alınıp uygulamaya sokulmamalı; genel eğilim belirlenip, ondan sonra karar haline getirilmeliydi. (O günlerde, bu tür düşünceler 'parmak demokrasisi' olarak nitelendirilip aforoz edilmeye çalışıldığından, biz düşüncemizi, 'çoğunluk iradesi belirlensin', anlamına geldiğinden, 'genel eğilim belirlensin' biçiminde ifade ediyorduk. Yani, herkes kararını, parmağını kaldırarak mı belirtecek, diye sorulduğunda, hayır, düşüncesini kendi söyleyecek, diyorduk. Şimdi, bu satırları okuyan arkadaşlardan gülümseyenler var ise eğer, bilsinler ki, ayniyle vaki, bütün bunlar yaşandı ve konuşuldu.)
     Öncesinde ya da en son 1991 yılı 1 Ağustos tarihinde çıkan İnfaz yasası sonrası dışarıya çıktıkları andan itibaren aynı düşünceleri savunmaya devam ettiler mi ya da ettiler ise daha ne zamana kadar devam ettiler ve ne zaman, neden vazgeçtiler bilinmez ama o iç tartışmalar sırasında, bu arkadaşlarımız, görece birbirlerinden farklı olsalar da, şunları savunuyorlardı: Devrimci hareketimiz hala vardır. Yok, diyenler örgüt düşmanıdırlar. Örgütsüzlüğü, dahası sivil toplumcu anlayışları savunmaktadırlar. Yönetici/temsilci konumundaki arkadaşlar, hareketimizin bu cezaevindeki temsilcileridir. Hareketimiz, bazı değerlendirmeler yapmış ve yoluna devam etmektedir. Demokrasi'yi savunanlar, Mahir'in Kesintisizlerindeki örgüt anlayışını bilmeyen ve dahası reddedenlerdir. Bizde, Demokrasi değil, Demokratik Merkeziyetçilik geçerlidir. Bu cezaevinde, içinde yaşanılan koşullar nedeniyle, Demokratik Merkeziyetçiliğin merkezi yanı ağır basmaktadır. Biz, dünden bugüne bunu savunup geldik. DY'cu olanlar böyle düşünmelidir vb.vb...(***)
     Hem Mahir'in yaşadığı ve Kesintisizlerin yazıldığı hem de DY'un var olduğu ve mücadele ettiği nesnel ve öznel koşullar birbirinden ve her ikisi de içinde yaşanılan 12 Eylül sonrasının nesnel ve öznel koşullarından çok farklı idi; haliyle hepsinin nesnel ve öznel koşullarını bir ve aynı görüp, farklı nesnel ve öznel koşullarda yazılmış yazıları her tür koşulda geçerliymiş gibi değerlendirmek akla ziyan bir yaklaşımdı. Ama olsun, o anki durumu devam ettirmenin başka bir yolu da yoktu, bunu savunan arkadaşlara göre.
     (Sosyalist) Demokrasi ile Demokratik Merkeziyetçiliğin birbirinden farklı ve birbirlerinin yerine geçirilebilen zıt olgular olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceği de dahil pek çok konu, neredeyse bir yılı bulan o sürede farklı biçimlerde ama özel olarak yalnızca bu çerçevede toplanılan on bir günde uzun uzadıya tartışıldı. Eteğindeki taşları dökmek isteyen herkes, bu vesile ile muradına nail oldu. Konuşulmayan bir şey kalmadı. (****)
     Çok sert tartışmaların yaşandığı ve haliyle oldukça stresli geçen bu on bir (11) günün sonunda, iç tartışmaların bitmeyeceğinin ve devam edeceğinin (bir biçimde) kabulü temelinde, bir uzlaşıya varıldı. (*****)
     01.06.2020/Datça
     Mehmet Erdal
     Notlar:
     (*) Bknz: 'Kim Yolcu? Kimler Yollarda? Https://mehmeterdalyazilar.blogspot.com '
     (**) ”...Şu anki duygularımı anlatmak mümkün değil. Tam diyalektiğe uygun, çelişkili bir an. İnsan, günlük sosyal ve siyasal yaşamında, böyle bir anla zor karşılaşır. Sonucu bilemiyorsun. Bilinmezcilik, çoğu zaman, istenmeyen sonuçlara gebe olabilir. Her bilinmez bir durumla karşılaştığımda, işkence gördüğüm duygusuna kapılıyorum. İstiyorum ki, hemen bitiversin. Her şey olup bitiversin. Ama doğru değil. Bilinmez durumu, olması gerekene çevirmek için ne kadar süre gerekiyorsa, o kadar dayanmak gerek. Kayıp koyuvermek değil, iradi bir direnme tavrı koymak gerek. Ama ne olursa olsun, bilinmezcilik kötü. Bilinmezcilikten, olması gereken duruma geçiş ise, harika. Müthiş bir şey. Bu duyguyu tatmak istiyorum. Önümüzdeki mektup tadıp tatmadığımı yazarım...”(02.11.1987)
     (***)“...İfade etmeyi önleyen her türden baskılanmanın ve ket vurmanın olmadığı bir ortam, kişinin kendi evinde olmaz da nerede olur. Kişi, en tam olarak, kendi evinde özgür olmaz da, nerede olur? Sosyalizm, Sosyalist Demokrasi falan diyoruz; D. Komiteleri ile, halka, kendi kendisini yönetmesini öneriyoruz ya, tüm bunları söyleyen bizler, maalesef, kendi bulunduğumuz yerlerde ve aile yaşantımızda, nedense, bunun tersini uyguluyoruz. Burada, bir terslik var. Ya önerimizde içten değiliz, ya da önerdiğimiz şeyin içeriğini bilmiyoruz. Hangisi? Sosyalist Demokrasi kelimelerini duydukları an tüyleri diken diken olanların, hem bilgisizlikleri hem de olaya tahammülsüzlükleri söz konusu. Halbuki canım, nerede olursak olalım, bulunduğumuz her yerde Sosyalist Demokrasi yaşamımızın özüdür. Kendisidir. Bu olmadan, olmaz. Hem bunu savunmayacaksın ve hem de devrimci olduğunu söyleyeceksin, olmaz öyle şey. Devrimci isen, bunu savunacaksın. Bilmiyorsan, öğreneceksin. Ama öz olarak her yerde her zaman bulunması gereken bunu, hangi koşulda hangi biçimde işleteceğin ise, ayrı bir konudur ve tartışılmalıdır. Koşulsuz, koşullara uygun biçimlenmeyen Sosyalist Demokrasi anlayışı olmaz. Bu, anarşiye kadar varabilir. Bugün, asıl sorun, hem bu anlayışı reddedenler ile ve hem de bunu ifrata vardırarak savunanlarladır. Kişi, kendisinin, her türlü eleştiriye açık olduğunu söyler, bu konuda mangalda kül bırakmaz ama bir kez tam 12'den kendisine eleştiri yöneltildiğini görsün, kıyameti koparır. Çok alt düzeyden ve çamurlaşarak, resmen saldırır. Anlayamıyorum veya anlıyorum da, bu noktaya düşülmesini kabullenemiyorum. Yani, bana dokunma da, kime ne dersen de, her şey mübah... Olur mu bu? Kendim için hak olan, herkes için de haktır. Liberal biri değilsen, bu böyledir...” (9.01.1988)

     (****)(06.11.1987) “...Hareketli günler yaşıyoruz.
     Hareketli, ama yararlanana, verimli günler yaşıyoruz. Çok verimli. Ben yararlanıyorum. Daha da yararlanmam mümkün. Daha da yararlı olması mümkün. Bunun için, bazı unsurların olması, bazı unsurların olmaması gerek. İnsanların, konuşma ve tartışmada, belli bir seviyenin altına düşmesine, belli bir kabul görmüş üslubun dışına çıkmasına alışkınım ama şaşıyorum. İnsanlar, böylesi durumlardan kaçınmalıdır, diyorum. Bu, bir istem. İnsanların yücelmesini ve daha iyi şeyler sergilemelerini istiyorum. Bekliyorum. Özellikle, bizler. Bayağılık, bizden uzak olmalı. Durmalı. Bayağılık alçaltıyor. Yükselmek gerek.
     Günlük yaşam programım alt-üst oldu. Bir daha ne zaman yoluna sokacağım, o da belli değil. Ne kitap okuyorum ne de başka bir şey yapıyorum. Yaşayıp gidiyorum. Öğrenmek, ne kadar güzel bir şey. İnsanları öğreniyorum. Bazı şeyleri yıkarak ve yerlerine bazı şeyleri yaparak öğreniyorum. Yıkmak kötü, ama yapmak çok güzel. Bina yıkmıyorsun, uzun zaman var ede geldiğin ve yaşamını devam ettirdiğin şeylerin yıkıldığını görüyorsun. Üzülüyorsun. Ama ayakta durmasında yarar görmediğin için yıkıyorsun. Yerine güzelini inşa ediyorsun. İnsanları yeniden keşfetmek, ne güzel? İnsanların, keşfedilmeyi bekleyen ne güzel yönleri var. Tanıdığını sandığını, yanlış tanıdığını; tanımadığını sandığını, tanıyamadığını görüyorsun. Eksiklik, kişinin kendisinde ama, her şey o kadar değil. Olaylar da önemli. Olaylar, turnusol kağıdı görevini görüyor. İnsanları, hallaç pamuğu gibi atıyor. Savuruyor. Dane bir yana, saman bir yana gidiyor.
     ...Bu mektubu yazmaya Cuma günü başladım. Ama şu ana kadar bitiremedim. Bugün Pazar ve nöbetçiyim. Bitirdim...Kafam çok yorgun. Kara kara bulutların neler getireceği belli değil. Bol yağmur getirmesini ve berekete yol açmasını istiyorum. Başka bir şey de düşünmek istemiyorum. Sonucu sana yazarım. Merak etme...” (08.11.1987)



     “...Saat 23.30 civarı. Başım dönüyor. Yarın uzun bir gün olacak...Uyumalıyım."(08.11.1987)
     (*****) “...Burada olsaydın, olanı biteni görseydin veya anlatabilseydim...Neler oldu neler? Kıyametin kopacağı anlara yaklaşıldı, kıyamet belirtileri görüldü. Ha koptu ha kopacak...diye beklenildi. Kızıma yazdığım son mektubun son satırını anımsıyor musun? "Yarın, uzun bir gün olacak.".. Biliyorsun, Müttefik kuvvetlerinin Normandiya kıyılarına yaptığı çıkarma günü "en uzun gün" olarak nitelendirilir. Gün, yine 24 saattir... Ama dakikası, saatler gibi geçmek bilmez... Çok şeye gebedir. Umut ile umutsuzluk, yengi ile yenilgi, her şey vardır o yaşanacak günde. Ve yengi, umut çıkar... Bilinmezlik, olması gerekeni, umudu, yengiyi doğurur. "Harika", "Müthiş bir şey" olur... Fırtınaların getirdiği bulutlar, müthiş bir verimliliğe yol açan yağmurlara yol açar. Yağmurun her tanesi altın kıymetindedir.
     Gün, "en uzun gün" olacak diye bekleniyordu. Ama, sabahın ilk dakikaları ile, verimli yağmur daneleri düşmeye başladı. Toprak, bu yağmur danelerini, hızla emdi. Emdikçe, yenilerini bekledi. Yenileri geldi. Sonucu, kısa sürede belli olmuştu...
     Öncesini anlatmak var...Kolay ama zor...O anların yol açtığı duyguları canlı anlatmak, çok zor. Bazı şeyleri yaşamak gerek. Uçurum kenarında yürümeye benziyor. Hiç yürüdün mü? Birinde, bir gece, çok dik bir yamaçtaydım...Gökte hafif bir aydınlığa yol açan ay vardı...Yamaç, biraz sonra, derin bir uçuruma dönüşüyordu. Oradan gelip giderdim. Ve bir gece, dengemi kaybedip yuvarlandım. Tamam, dedim; yandım. Son an, bir çalıdan bir tutama tutundum. (Not: Cümlenin doğrusu, bir tutam çalıya tutundum, olacak) Kurtulmuştum. Bir çok kez yaşanan, "ölümün eşiğinden dönme" yaşanmıştı... "Yaşama dönmek" çok güzeldi...
     Uçurum kenarlarında yürürken, duygular çok karmaşık oluyor. Önce, şart mıydı burada yürümek?, diye soruyorsun...Değişmez yanıtın "zorunluydu" olunca, vicdan azabı çekmiyorsun. Ve o sıralar, yine pek çok şeyin alt-üst olduğunu görüyorsun. Her şeyi yeniden değerlendiriyorsun. "Korkunun ecele faydası yok" diye düşünüyorsun. Bunu, unutmamacasına, bellemek gerekirdi, diyorsun. Belliyorsun... Nasıl anlatsam?...
     Şu an öyle mutluyum ki...
     Şu yaşanan on bir gün boşa gitmemeli. Bir daha zor yaşanır on bir gün...
     Burada, şu on bir günde, bir arkadaşa göre, ilgiyle izlenen "hareketli bir diziden" sonra, lokumlar yendi, her şey tatlı sonuçlandı ve yarın da, olası, eğlence gecemiz var. nicedir, tasarım düzeyinde konuşuluyordu. Tasarım düzeyinden çıkıp, uygulama safhasına girecek. Burada olup, şu on bir günü yaşamanı isterdim.”(15.11.1987)




Hiç yorum yok :

Yorum Gönder