2021.10.30.CEZAEVİ YAZILARI-76: "...ŞU TUZU KURU AYDINLAR YOK MU"
CEZAEVİ YAZILARI-76:”...ŞU TUZU KURU AYDINLAR YOK MU...”
“Cuma, 02.00; Önceki mektubumda bir olasılık olarak belirttiğim olay gerçekleşti; buradaki çoğunluk olarak, bizler de, dün ve bugün, yani daha doğrusu Çarşamba ve Perşembe günleri, başka cezaevlerinde bir kısım arkadaşın ve bazı yerlerdeki ailelerin eylemliliklerine eklenerek, Anayasa Mahkemesinde iptal edilip-edilmemesi görüşülen Anti-terör yasasına karşı iki günlük açlık grevi yaptık. Her açlık grevinde, bu son olsun, diyorum, ama hemen akabinde bir yenisi gündeme geliyor. Bugün, bir arkadaşa, yine aynı sözü söyledim; o arkadaş, hani iki kazak örüverdiğin arkadaş vardı ya, o, yasa Anayasa Mahkemesinde iptal edilse bile daha bir süre yatacak olduğundan, sizin için tamam, ama bizim için son olmaz, dedi. Haklı. Çünkü, onları, bu cezaevlerinde, özellikle bugünkü koşullarda, muhtemelen daha birçok açlık grevleri bekliyor...
Kısa süreli her açlık grevi insana çok zor gelir ve tam anlamıyla bir işkence anlamı taşır; çünkü, süresi belli olduğundan, insan, biteceği ve yiyeceği saati düşünür; ama, bu kez, her zamankinden daha zor geldi, bana. Belli ki, vücudum o kadar çok yıpranmış.
İki gün boyunca, bolca uyudum. Her açlık grevinde, ilk günler hep böyle olur. Sanırım, bunun nedeni, bünyenin dinlenmesidir. Öyle ki, 89'da, o tek başıma yaptığım on günlükte, ilk 2-3 gün, hücrede, durmadan uyudum; herhangi bir saatte beni kontrole gelip-giden bazı personel, yahu, diyorlardı, sen çok uykusuzdun galiba, ne zaman gelsek hep uyuyordun ve biz seni kaldırmak istemedik. Bu kez, iki günde de, hava çok güzel ve güneşli olduğundan, bir gün öncesinden başladığım güneşlenmeyi de sürdürdüm; aşağı yukarı birer saat civarında kalarak iyice yanmaya başladım; bu üç gündür ki soğuk suya da giriyorum. Sabah sporlarından sonra soğuk suyun altında daha bir süre duş alabileceğimi sanmıyorum, ama öğle sonu güneşlenmelerinden sonra girerim, artık.
Akşamleyin yemek yedikten sonra, başım acayip ağrımaya başladı; her açlık grevinden sonra benzer bir durumu yaşarım. Bunun nedeni, kan dolaşımının yeniden hızlanması olsa gerek. Ama, TV-3'te 'Tepe' adlı İngiliz filmini izlerken, öyle çok güldüm ki, bu ağrı geçti. Yine ama, her kısa veya uzun açlık grevinden sonra ilk gece olduğu gibi, uykum da gelmedi. Baktım yine uyuyamayacağım, bugün gelen mektubunu yanıtlamaya başlayayım bari, dedim, kendi kendime. Yataktan kalktım ve yazmaya başladım. Bu mektubu da yarın, yani artık Cuma gününün ilk saatlerini yaşıyor olduğumuzdan, bugün yollayamam ve muhtemelen Pazartesi sabahı postaya veririm, ama olsun; belki, bu kez, oldukça uzun yazabilirim. Eğer, ileriki bir saatte uykum gelmezse, sabah sporunu ve kahvaltıyı yapar, ondan sonra 2-3 saat kestiririm. Bazı arkadaşlar, kahvaltıya kaldır, diyorlardı; onları da kaldırmış olurum...
15 Haziran'da hala burada olursam, diyorum ya, şundan: Geçen haftaki görüşte, belki aynı belki de ayrı kaynaklıdır, onu yeterince bilemiyorum, iki söylenti kulağımıza geldi. Bu söylentilere göre, raportör, geçen hafta raporunu hazırlamış ve sunmuş; bu hafta sonunda veya on gün içinde mahkeme kararını verecekmiş. Raporun içeriği hakkında bir şey söylenmiyor, biz, muhtemelen olumlu olacağı varsayımıyla, bugünlerde gözlerimiz gazete haberlerinde ve kulaklarımız radyo-TV haberlerinde bekleyip duruyoruz. Söylentinin herhangi bir doğru yanı da bulunmayabilir, ama umut bu ya, biz teyakkuz halindeyiz... Eğer Mustafa Ekmekçi'nin haberi doğru çıkarsa veya Anayasa Mahkemesinin kararından sonra meclisten ek bir yasa çıkacaksa, vay bizim halimize; çünkü, meclis, 11 Haziran'da resmen tatile giriyor...
Mektubunda yaşlandığını ve yorulduğunu yazıyorsun ya, yaşlanma tespitine katılmıyorum, ama yorulduğunu ben de düşünüyorum ve bu nedenle de bir an önce çıkmak, yanınızda olmak ve omuzlarındaki yükün bir kısmını omuzlamak istiyorum. Bizlerle ilgili tüm yükü, bugüne kadar, bir derginin dediği gibi, bütün toplum yüklenmesi gerekirken, yalnızca sizler, yani bizlerin yakınları olarak sizler üstlendiniz. Şimdilerde, farklı kesimlerden daha çok insan bu soruna parmak basıyor, ama hala, şu Anti-terör yasasına gösterilen tepkide de görüldüğü gibi, yükü yalnızca veya ağırlıkla sizler omuzlamaya devam ediyorsunuz. On küsur yıldan sonra, bunca yükün altında yorulmak, çok doğal. Buna şaşırmamak ve böylesi itirafları yadsımamak gerekiyor. Bu toplum, bu yükü yalnızca sizlerin omuzlarınıza yıkmanın ve buna seyirci kalmanın özeleştirisini ne zaman ve nasıl yapar bilemiyorum, ama mutlaka yapmak zorundadır; aksi halde, bu toplum, o çokça sözü edilen ve özlenen demokratikleşme yolunda bir arpa boyu bile yol alamaz. Birikim'in bu sayısında, bu konuyu içeren 'Biz de oradaydık' başlıklı bir yazı var. Özü itibariyle, 80 öncesi olaylara toplumun her kesiminin katıldığını, ama cezalandırılanların yalnızca en uçta yer alan ve halen cezaevlerinde tutulan bir avuç insan olduğunu, buna karşı çıkılması gerektiğini vb. yazıyor; sonuç olarak da, 'Biz de oradaydık' sloganlı bir yürüyüş düzenlenmesini öneriyor. Soruna yaklaşımı doğru, ama önerisi yetersiz. Şu tuzu kuru aydınlar yok mu, bir yürüyüşün çok anlamlı olacağını kabul etmekle birlikte, bunun yeterli görülmesini anlayamıyorum; eh, onlardan, bundan fazlası da beklenemez zaten, ama, hiç olmazsa, bunu yazmakla yetinmeyip, bu doğrultuda adım atsınlar... Nerede?...
Biliyorsun, biz, yakın geçmişte, her konuda, biraz yaşımızın genç oluşundan ve biraz da yetersiz bilgi birikimimiz nedeniyle, olayları ve ilişkileri daha çok biçimsel yanlarıyla ön plana çıkararak algılar, yorumlar ve şekillenmesini isterdik; bir başka deyişle, her şeye, köşeli şekiller verir veya vermeye çalışırdık. Şu on küsur yılda, pek çok şeyi yitirirken, yaşamın ve yaşamda olan her şeyin böyle köşeli olmadığını ve olmayacağını da öğrendik; bu, iyi bir şeydi. Bu anlamda evliliği, birlikteliği, sevgiyi, sevmeyi ve sevilmeyi, bütün bunların yaşamdaki yerini ve muhatapları açısından anlamını da bu yıllarda daha derinlemesine kavradık; daha doğru bir ifadeyle, Yunus'un dediği gibi erdik. Kendi adıma, böylesi bir bilince vardığım için, yani böylesi bir dönüşümü ve değişimi gerçekleştirebildiğimiz için çok mutluyum. Ama, bunun tadına varabilmek için, bugün de ayrılığı sona erdirmek ve artık bir daha ayrılığın yaşanmayacağı bir birlikteliği gerçekleştirmek gerekiyor. Evet, yarın değil, bugün. Bu nedenle de, özgürlük özlemi korkunç yakıcı oluyor benim için... Bundan sonraki yaşamımızı nasıl geçireceğimizin kararını da verdiğimize göre, geriye, yalnızca bu ayrılığın sona ermesini beklemek kalıyor. O da, yakında gerçekleşecek...
Özgürlük öyle benliğime işlemiş ki, bugünlerde, düşlerimde, yalnızca dışarıyı görüyorum. Geçenlerde, dışarı çıkmışız ve Davut'un düğününe gidiyoruz. Hediye almamışız ve oraya vardığımızda, hediye yerine para takmamız isteniyor ve şu kadar, deniyor. O kadar da para bizde yok. Gündüz, bunu Davut'a anlattım. Nasıl gülüyor! İyi, dedi, ben, bu düğün işini fazla bekletmeyeyim, flörtü kısa tutup, bir ay içinde hemen evleneyim. Davut, zaman zaman, düğün daveti göndersem gelir misiniz?, diye sorar. Yahu, diyorum, o sıralar askere gitmemişsem, neden olmasın? Davut, 12 küsur yıldır içeride ve bizden de çok genç ya, çıkacağına, en çok da bu nedenle seviniyor... Geçenlerde, koğuşta, ne zaman çıkabileceğimiz konusunda tahmini tarihler belirttik: Davut, 8 Haziran; Elbeyli, 11 Haziran; ben, 15 Haziran'dan sonra... dedim. Diğer arkadaşlar da tahmini tarihler söyledi ve hepimizinki de aynı tarihlerdi. Yani Haziran'dan sonraki bir tarihi, hele hele Sonbahar'ı falan düşünen yok. Ama, diyoruz, Haziran'da olmazsa, bu iş Sonbahar'a kalır. Ona ise çok bozuluyoruz.
İlk camiden sabah ezanı sesi gelmeye başladı; ben, yazmaya devam ediyorum. 05.00de yatakhane kapısı, 06.00da bahçe kapısı açılır. Bugün, koğuşumuza, tecritteki Metin gelir; dün, koğuşumuza gelmek istediğini iletti, biz de kabul ettik. Yalnızlık, çok kötüdür. Hele, buralarda...” (9.6.1991/NAZİLLİ)(1)
30.10.2021/Datça/Mehmet Erdal
(1) 9.6.1991
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder