2020.09.14.DATÇALI PAZARCILARIN SONBAHARI!
DATÇALI PAZARCILARIN SONBAHARI!
Her yeni güne başlarken yaptığımız gibi denizde yüzme (saat 08.00-10.00), duş, kahvaltı, günlük gazeteyi okuma vs. derken öğle oldu ve ben, saat 13.00 civarı evden çıktım. Arabama bindim. İskele Mahallesinde, Korona virüsü salgını ile mücadele çerçevesinde gündeme getirilen Tek-Çift numara uygulaması nedeniyle artık hem Cumartesi hem de Pazartesi günleri açık olan pazar yerine gitmek için yola koyuldum. Pazar yerine yakın bir yere arabayı park ettim. Yürümeye başladım.
Zorunlu nedenlerle bir kaç haftadır gidemediğim ve yalnızca geçen hafta (05 Eylül-07 Eylül) partinin (Sol Parti) 'Artık Yeter' başlıklı merkezi bültenini üreticilere ve seyyar esnaflara dağıtmak üzere bir grup arkadaş ile gidip dolaştığım pazar yerine bu hafta mutlaka gitmeliydim; Ekim ayına, şunun şurasında ne kalmıştı ki?
Ekim ayı, bütün küçük iş yeri sahibi esnaflar gibi pazarcılar için de ödeme ayı idi. Öyle ya, Korona virüsü salgını başladığında, siyasi iktidar, esnafın Mart-Nisan ve Mayıs aylarına ait Bağ-Kur vb. bazı borçlarının ödemesini altı (6) ay, yani Ekim-Kasım ve Aralık aylarına ertelemişti. Keza çok düşük faiz ile (Esnaf ve Kefalet Kooperatifinin yanı sıra Halk Bankasından da) verdiği altı (6) ay geri ödemesiz kredilerin taksitlerinin ilkinin ödeme ayı da Ekim idi.
Şimdi, Ekim ayı ve sonrasında, yani sahildeki esnafların işlerinin kesat olduğu aylarda, esnaf hem normal her ay ödenmesi gereken Bağ-Kur vb. ödemelerini, hem bu aylara ötelenen ödemeleri, hem de altı(6) ay ödemesiz alınan kredi taksitlerini ödemeye başlayacaktı.
Önceki yıllara göre biraz karmaşık bir durum söz konusu olsa da, Yaz sezonunun bitme sürecine girdiği Datça'da, içlerinde bilfiil yirmi beş (25) yıl yer aldığım pazarcılar, şimdi ne durumdaydılar? Ve bu ödemeler konusunda ne düşünüyorlardı?
Korona virüsü salgınının resmen kabul ve ilan edildiği Mart ayından itibaren gündeme getirilen uygulamaların sonuçlarından en çok mağdur olanların içinde yer alan üreticilerin ve pazarcıların yaşadıkları sorunları, şikayetleri, beklentileri ve çözüm önerilerini bizzat kendi ağızlarından yazarak kamuoyu ile pek çok kez paylaşan kişi olarak, bir kez daha onlara kulak vermeliydim.
***
AYDEM'e yakın olan kapıya geldim. Üzerinde POLİS yazan demir parmaklıkların dikleme içeriye doğru uzananın üzerine kolumu koyarak bir fotoğraf çektim (*). Bugün bir iki yerde daha benzeri fotoğraf çekmeyi düşünüyordum. Pazartesi günü aynı saatlerde gelip, yine aynı yerlerde, bir kez daha fotoğraf çekecektim. Bu yazıyı okuyanlar, iki gün arasındaki farkı somut olarak görsünler ve bu iki farklı görüntünün nedenlerini, haliyle her yerde tartışma konusu olagelen sonuçlarını bir kez daha düşünsünler, istiyordum.
Girişte, sol köşede, pazarcı arkadaşımız Ercan'ın tezgahı vardır. Ona baktım. Tezgahını açmış. Beni görmüyor. Tezgahtaki malları karıştıran müşterileri ile meşgul. Ercan, yaz başında, önceki yıllarda sattığı (çocuk-büyük/kadın-erkek) karışık parti malından çıkmaya ve asorti çocuk malı satımına dönmeye karar vermiş ve nitekim, bu kararına uygun bir dönüşüm geçirmişti. Hayırlı işler, diyorum. Duyuyor. Gülerek, yanıma geliyor. Nasılsın?, diyorum. İyi, imiş. Hayırdır, malların bir kısmını gözden mi çıkardın? Dökmüşsün, diyorum. Yok, bunlar elden çıksın, istiyorum, diyor. Bu yaz başında, çok mal almamış. Kış aylarının nasıl olacağını, kestiremiyormuş. Marmaris çarşısında dolaşırken, bazı dükkan sahipleri, gel, bak, mal var, hepsini al-git, diyorlarmış. Almıyorum, istemem, diyorum, diyor. İleride bir tezgah üzerindeki erkeklerin giyebileceği yarım kol tişörtleri gösteriyor. Bunları, diyor, 10 TL'ye vurdum. İnanır mısın, bunların toptan fiyatı 20 ile 30 TL. civarı. İçlerinde, o fiyata aldıklarım da var. Ama şimdi, bir dükkandan, 10 TL'den, dünya kadar buldum. Dükkan sahibi almış, elinde patlamış. Onların açık ya da tekleme olanlarını döküyorum. Serili olanları, öbür yaz için saklayacağım. Benim de yıllar öncesinden tanıdığım bir toptancının adını veriyor; o toptancı, serili olanları istemiş; vermemiş.
Sen kredi çekmiş miydin?, diyorum. Çekmemiş. Pazarlara çıkmadığı zamanlarda yardım ettiği Marmaris'teki iş yeri sahibi (yıllar öncesinden tanıdığım eski bir pazarcı arkadaşımız) çekmiş. Biz de, ödemede sorun olmaz, diyor. Ama, pazarların tadı tuzu yok, diyor. Ak-Tur'a da tezgah açmak istiyormuş...
İlerliyorum. Çok eskiden pazar yerlerinde kot vb. giyim eşyası satan ama bir kaç yıldır yalnızca terzilik yapan arkadaşa yaklaşıyorum. Hayırlı işler, nasılsın?, diye soruyorum. Sağ ol, diyor. Elinde bir pantolon var, paçalarını kıvırıyor. Dikecek. Pantolonun sahibi müşteri ona bakıyor. Benim de elimde bir pantolon var; cepleri falan sökülmüş. Onu veriyorum. Alıyor. Tamam, bakarım, diyor.
Sağa sola, hayırlı işler, diyerek, ilerliyorum. Giyim bölümünden sebze bölümüne dönen yolun sol köşesine babası, amcası, halası, kuzeni... neredeyse bütün ailesi öteden beri pazarcılık yapan Burak, tezgah açmış; yanında Tekin var. Belli ki bugün ona yardım ediyor. Daha önce yayınlanan söyleşilerin birisinde, Burak'a, Halk Bankasından çektiği kredinin günü geldiğinde geriye nasıl ödeneceğini sormuş ve o da bana, onu ben niye düşüneyim, alacağı olan düşünsün, demişti. Ona yeniden aynı soruyu sormak istiyordum. Sordum. Ekim ayı geldi, nasıl ödeyeceksin? Onun açısından sorun yokmuş. Ben öderim, diyor. Daha doğrusu, ödeyebilecek ise ödermiş. Yoksa nasıl ödesin imiş! Peki herkes ödeyebilir mi?, diyorum. Öder, öder...diyor. Ellerine bakıyorum ve el hareketi yok, değil mi?, diye soruyorum, gülerek. O da gülüyor, yok, yok, diyor. Ama bu gülüş, hınzırca. Çare yok, Devlet erteleyecek, yoksa neyimi alacak?, diyor. Bugünkü BirGün gazetesindeki haberi (**) anımsayarak, TESK Başkanı Bendevi Palandöken de, ödemeler yıl sonuna kadar ertelensin, diyor, diyorum. Tekin, söze giriyor; yıl başından sonra nasıl ödenecek?, diyor. Bu Yaz aylarında ödenemeyen, kış aylarında ödenebilir mi ki? Ertelenecek kardeşim, öbür yaza ertelenecek. Başka çaresi yok! Peki, öbür yaz bu salgın bitmiş ve işler normale dönmüş olacak mı?, diye soruyorum. Dönmez ise, silecekler kardeşim, diye bir yanıt geliyor. Pazarcı arkadaşlar haklılar, diye düşünüyorum. Devlet olarak, sen kalk, büyüklerin trilyonlarını sil, küçük esnafın aracına, malına, bankadaki üç kuruşuna v.b... haciz koy. Küçük esnaf da bunu görsün ve sineye çeksin! Bu adalet mi?
Onların yanından ayrılmadan, baharatçıların ve bazı üreticilerin tezgah açtığı sokağa yüzümü dönerek bir fotoğraf daha çekiyorum. (***)
***
Pazara geldiğimde, yardım amaçlı olarak gün boyu tezgahında durduğum ve akşamı ettiğim Yasin'in yanına varıyorum. Yasin, biraz da bizim telkinlerimiz sonucu, Muğla'da sapa (ölü) bir sokakta bulunan küçük iş yerini kapamaya karar vermiş ve dükkanında bulunan bütün çocuk mallarını, pazar yerine ilk girişte sözünü ettiğim ve kendisine 'Dayı' diyen Ercan'a vermişti; ucuz-pahalı, demeden. Onunla da yetinmemiş, Yaz başı aldığı ve mallarını taşıdığı aracını da elden çıkarmıştı. Aracını satmadan önce, biraz önce konuştuğum Burak ile oturmuş, konuşmuş ve anlaşmıştı; bu kış onunla gidip gelecekti. Bence, çok akıllıca kararlar almıştı. Tabiri caizse, üzerindeki yükü atmış ve kurtulmuştu. Kışın ne getireceği bilinmiyordu. Kimse önünü göremiyordu. Hava giderek kötüleşiyordu. Her gün daha kötü haberler yayılıyordu.
İşler nasıl?, diyorum. Cacık! diyor. Vardığımda, saat 14:00 'e geliyordu. Cebindeki parayı söylüyor. Çok kötü. Ak-Tur, üç-beş haftadır bitik, diyor. Ak-Tur'da da hasta var, diye, Ak-Tur yönetimince anons edildiğinden beri pazara çıkan doğru dürüst kimse yok, diyor. Böyle giderse, ne yapacağını, bilemiyormuş. İyi ki o dükkanı kapattın, arabayı da elden çıkardın, diyorum. Önümüzdeki yaz başı, önünü görmeye başladığında uygun bir araba alırsın. Araba sorun değil, diyor. Arabanın satışından elde ettiği paranın bir kısmını mala yatırmak istiyor. Uygun olur, diyorum. Mal alınan fabrikadaki, benim de tanıdığım depocuyu arıyor. Biraz mal varmış. Fiyatları soruyor. Fabrika sahibi, pazartesi bakalım, diyormuş. Belli ki, hafta sonu olması nedeniyle, patron çok meşgul.
Yasin'in yanına geldiğimi gören pazarcı arkadaşlardan gelenler oluyor. Dert çok. Ankaralı (o kendisine Angaralı, diyor), bir kaç kez geliyor ve farklı konulardan söz ediyor...Söylenenlerden yazılabilecek olanlar var, yazılamayacak olanlar var. Bugün gördüklerim ve konuştuklarımız ile ilgili yazı yazacağımı bildiklerinden yazmam için söylenenler var; söylenen her şeyi yazsam hoş olmayacaklar var, söyleyenin başını derde sokacaklar var... Ben, en iyisi, her zaman yaptığımı yapayım; üzüm yeme amacımın dışına çıkmamaya çalışayım.
***
Yunus'un oğlu Emre, KPSS sınavına girmek için Denizli'ye gittiğinden, ağabeyi M.Ali onun yerine tezgaha bakıyordu. Sizin aileden, bir tek Emre akıllı çıkacak; öyle anlaşılıyor. Kazansın, girsin bir yere, diyorum. Nereyi düşünüyor? Neresi olursa, diyor M.Ali. Eski pazar sokağında, öncekinin karşısında, sol çaprazında yeni bir dükkan daha kiralamışlardı; işler nasıl?, diye soruyorum. İyi, diyor. Kredi çekmiş miydiniz? Ben çekmedim, diyor. Tamam, sen çekmedin de, baban da çekmedi mi? Çekmiş. Ödeme ayı geldi, nasıl yapacaksınız? Öderiz, diyor. Peki vergi, Bağ-Kur, kredi taksiti vb. bütün bunlar, hepsi birden nasıl ödenecek? Ben bu yıl vergiye girdim. Gelecek yıl vergi vereceğim, diyor. Peki baban? O, Bağ-Kur primini ödemiyor. Bir pazarcı adı veriyor, onun gibi yapacak; üç(3) yılı var, günü geldiğinde borçlanacak ve emekli olacak, diyor. Kanımca, üç-beş seyyar esnaf dışında kimse Bağ-Kur primini ödemiyor, ya da ödeyemiyor. Devlet de, bunu biliyor ve kabulleniyor. Bu nedenle M. Ali'nin söylediklerine şaşırmıyorum.
Bu konuda sohbet ilerliyor. Ortaya çıkan şu; Devlet, önümüzdeki süreçte, yeni bir yapılandırmaya gitmedikten sonra ne bu Bağ-Kur primi vb. ödemeleri ne de Mart ayından sonra Halk Bankası ve Esnaf Kefalet Kooperatif üzerinden verdiği kredileri geriye alabilecek. Peki, yapılandırma çözüm mü?.. Bu sorunun cevabı, şimdilik yok. Onu, yaşayarak göreceğiz.
Onur, geliyor. Onur, her pazarcı bilir; nevi şahsına münhasır, bir arkadaşımızdır. Ona da aynı soruyu soruyorum. Ben, diyor, Halk Bankasından kredi çekmedim. Tamam, sen Esnaf Kefaletten çektin. Aynı şey. Onun taksitleri otomatikman ödeniyormuş. Benim, diyor, Allahıma çok şükür, devlete borcum yok. Bağ-Kur primi dahil... Bu kez, o soruyor, bu Tek-Çift numara uygulaması devam edecek mi?, diye. Ben ne bileyim, ben her yerde dile getiriyorum. Yazıyorum, Belediye Meclis toplantılarında konuşuyorum... Belediye Meclisinde bulunan üç grup(CHP, AKP, MHP) sözcüsü de, bu konu açıldığında, yalnızca önlerine bakıyorlar. Sanki üreticilerin ve pazarcıların sorunları onları ilgilendirmiyor. Bir kez, Haluk Laçin (AKP), Belediye Başkanına, pazarcıların durumunu sordu; o kadar! Kendisinin ne düşündüğü konusunda tek söz etmedi. Sizden de tık yok. Siz bileceksiniz. Bana ne, diyor. Hiç bir kimseye hiç bir şey söylemem. Uğraşmam. Uğraşsam, madalya mı verecekler? Aksine, arkamdan konuşacaklar. Küfür edecekler...Sözü, bir biçimde yıllar öncesindeki bir olaya getiriyor. Erol Karakullukçu zamanı mı idi neydi, sen de biliyorsun; ben Muğla Valiliğine bir şikayette bulunmuştum. Meğer, o güne kadar, pazar yerinde, 'metre' üzerinden işgaliye ücreti alınıyormuş ve bu yanlış imiş; yasaya göre, 'm2' üzerinden alınmalıymış. Ben şikayet ettikten sonra öyle alınmaya başlandı. Yani, belediyenin kasasına daha çok para girdi. Belediye bir kez bile teşekkür etti mi? Etmedi. O zaman neden uğraşayım? Bunları yazarsam, pazarcılar kulağını çınlatacaklar, diyorum. Yaz, hepsinin bildiği bir şey, diyor.
***
Sohbet uzadıkça, bir arkadaş, duyum olarak, Datça pazarlarında uygulanan Tek-Çift numara uygulamasının İYİ PARTİ Muğla Milletvekili Metin Ergun'a sorulduğunu ve onun da, Datça Belediyesinin isterse bu uygulamadan vazgeçebileceğini, başka yerlerde uygulanmadığını, uygulama devam ettiğine göre, demek ki istemiyorlar, dediğini aktarıyor.
Bir başka arkadaş, yaz sezonu bittikten sonra, bazı yasaklamaların gündeme gelebileceğini, haliyle bu kış durumlarının çok zor olacağını, söylüyor. Önümüzdeki süreçte, ayakta kalmanın büyük bir başarı olacağı konusunda, ortaklaşa bir kanı oluşmuş, görünüyor...
***
Sabah, daha evde iken, pazarda terlik satan ama bu hafta tek numaralılar açtığı için tezgahını açamayan Bahri aramış ve pazara çıkıp çıkamayacağımı sormuş, çıkacağımı duyunca da, bir ara uğrayacağım, demişti. O geldi. Bunların, dedim, çayı yok, kahvesi yok. Hadi o zaman, çay ocağına gidip çay içelim, dedi. Yürüdük.
Sebze ve meyve bölümüne, zabıta kulübesinin oradan girdik. Saat 16.00 civarı idi ve çay ocağına kadar olan bölümde bir-iki kişi dışında kimse yoktu. Dur, dedim, ben bir fotoğraf çekeyim. Çektim.(****) Ben fotoğraf çekerken, birisine, dur seni meşhur edeceğiz, diye seslendi. Seslendiği kişi, bana göre, gençten birisi. Edin, dedi, şaşkınlıkla karışık bakarken. Sessizce, kim bu?, dedim. Başkanın sözünü edip durduğu, yaka silktiği kişi, işte bu, dedi.
Çay ocağına yaklaştık. Bahri'nin kayın biraderi yere çömelmiş, önündeki barbunyaları ayıklıyordu. Annesi ise tezgah üzerinde aynı işi yapıyordu. Adaş'a (onun adı da Mehmet), iki haftada bir gidip mal alıp geldiği Denizli'ye, bu hafta, kendi hatası nedeniyle, Perşembe ve Cuma günleri, iki kez gidip gelmek zorunda kaldığından, ne zaman geldin?, dedim. Saat 09.00 gibi, dedi. Annesi, gülmeye başladı. Bahri, yalanını yiyeyim senin, ben 09.15'de buradan ayrıldım, dedi. Tamam, dedi adaş, 09.30 gibi geldim. Karşılaştığımızda o bana 'Başkan', der, ben de ona " Ne varsa Mehmetlerde var; adamın adı Mehmet olsun, isterse çamurdan olsun!" derim; birbirimize, böyle takılırız. Mehmet, gerçekte, kimseye değil, yalnızca kendine zararı olan bir arkadaştır.
Çay ocağına oturuyoruz ve Mehmet'den iki çay, diyoruz. Genç bir çalışan, hemen getiriyor. Çay ocağını çalıştıranı tanıyoruz, işler nasıl?, diyoruz. Tadı tuzu yokmuş...
Bulunduğum yerden fotoğraflar çekiyorum.(*****)
Kalkıyoruz. Dönerken, adaşa, tamam Tek-Çift numara uygulaması var da bu (sağ taraftaki bomboş tezgahları göstererek) tezgahlar neden boş?, diye soruyorum. Bitirdiler, gittiler, diyor. Azıcık malları vardı zaten. Onları da satıp gittiler. Tezgahının arkasındaki kasa kasa dolu durumdaki domatesleri göstererek, soruyorum; bunları bitirebilecek misin? Bunlar ne ki?, diyor. Akşamleyin işçiler gelince hepsini satarız. Annesi, fiyatı azıcık düşürünce bir şey kalmaz, diyor. On yıllar önce babam ile köyde üretip İzmir Eşrefpaşa pazarına getirip sattığımız sebzelerin fiyatlarını akşamleyin indirip eldekileri bitirişimiz aklıma geliyor. Yıllar geçse de, pazar yerlerinde bazı yöntemler değişmiyor. (Bilahare, adaşın ablasına soruyorum, Cumartesi günkü pazar satışını: annelerinin aktardığına göre, malları satmışlar ama gün sonu elde avuçta kalan sıfırmış. Yani, ancak malın parasını ve mazot masrafını çıkarabilmişler. Perşembe ve Cuma günü iki kez Denizli'ye gidiş geliş ile Cumartesi günü tezgahta iki kişinin çalışmasının karşılığı, koskocaman bir sıfırmış. Ablası, bugün, yani Pazartesi günü, evde "oturum" var, diyor. Datça pazarındaki fiyatlardan yakınan bazı tüketici arkadaşlara, hele bir gün, 24 saatinizi Karaköylü ya da Kızlanlı üreticilerden biriyle ya da bir manavla birlikte geçirin, diye boşuna demiyorum.)
***
Dönüşte bir pazarcı arkadaşın yanında geçerken, gelin çay ısmarlayayım, diyor. Sağ ol, inan içtik, diyoruz. Ayak üstü, sohbete başlıyoruz. Yakınıyor. Pek çok şeyden yakınıyor... Bir pazarcı aileden bahsediyor. Sözünü ettiği aile, Datça'da oturuyor. Tanıyorum. Arada bir selamlaşırız. Konuşuruz. Bu pazarı bırakacaklarmış ve yalnızca, eşi emekli oluncaya kadar, köylere çıkacaklarmış. Duyunca, şaşırdım. Bazı pazarcı arkadaşların durumunun sıfırın altında, çok ekside olduğunu biliyor ve bir an önce bırakmaları en akıllıca iş olacak, diye düşünüyordum; ama sözünü ettiği pazarcı ailenin haletiruhiyesinin bu durumda olduğunu hiç tahmin edememiştim. Ben de, dedi, daha bir süre devam ederim ama belki bu kış, belki de önümüzdeki yaza varmadan burayı bırakırım. Konuştuğumuz, iyi bir arkadaştı. Biz, diyerek devam etti, dizlerimizin üzerinde durduğumuzdan, karşımızdakileri büyük ve baş edilemez görüyoruz; ayağa kalkabilsek, onların çok küçük olduğunu göreceğiz... Sonra, daha başka konulardan söz ettik...(Pazartesi günü yeniden gittiğim pazar yerinde, başka bazı pazarcı arkadaşların da adı dolaşıyordu, bırakmayı düşünenler ya da bırakabileceği söylenenler arasında)
Yasin'in yanına döndük. Bahri ayrıldı. Marketine gitti. Ben akşamleyin tezgah toplamaya yardım etmek için beklemeye başladım...
***
Saat 18.30 civarı toplamaya başladık. Terzi arkadaş, pantolonu getirdi; unutmuştum. Tamir parasını vermek istedim, almadı. Teşekkür ettim.
Pazardan ayrılma saati 21.00 idi ama biz saat 20.00 gibi çadırları toplamış ve arabaya yüklemiştik.
Artık, her birimiz evimizin yolunu tutmalıydık...
14.09.2020/Datça
Mehmet Erdal
(*)
(12 Eylül 2020/Cumartesi,saat 13:30 civarı)
(14 Eylül 2020/Pazartesi, saat 13.30 civarı)
(**)
(12 Eylül 2020 tarihli BirGün'ün haberi)(***)
(12 Eylül 2020/Cumartesi, saat 14.00 civarı)(14 Eylül 2020/Pazartesi, saat 14.00 civarı)
(****)
(12 Eylül 2020/Cumartesi, saat 16.00 civarı)(14 Eylül 2020/Pazartesi, saat 14.00 civarı)
(*****)
(12 Eylül 2020/İki fotoğraf/Cumartesi, saat 16.00 civarı)
(14 Eylül 2020/İki fotoğraf/Pazartesi, saat 14.00 civarı)
(14 Eylül 2020/Alt bölüm/Pazartesi, saat 14.00 civarı)
Bir iki günü bir kitap gibi anlatmışsın. Ama hiç kımıldayan yok değil mi?
YanıtlaSil