5 Ocak 2020 Pazar

2020.01.05.İNKILAP DAL'IN ARDINDAN

  1 yorum
     Bu yazı, Aydın E Tipi Kapalı Cezaevinden Nazilli E Tipi Kapalı Cezaevine sevk edildikten sonra,1990 yılında, dışarıdaki bazı Akhisarlı arkadaşlarımızın isteği üzerine daktilo ile pelur kağıda yazılmış ve cezaevi dışına çıkarılmış; ilgili arkadaşlara ulaştırılmıştı.             
     Devrimci mücadelede yer alan ve ölen arkadaşlarımız için geride kalan bazı arkadaşlarımızın ortaklaşa hazırladıkları bazı anı kitaplarında (İnkılap Dal bölümünde) bazı bölümleri yayınlanan bu yazım, yıllar sonra, İnkılap Dal'ın ailesi kanalıyla, yeniden gün yüzüne çıkmış oldu.
     30 yıl aradan sonra yeniden gün yüzüne çıkan bu yazımı, orijinal hali altta olmak üzere, imla hatalarını  da düzelterek blogumda yayınlamak, doğru olandı.

     İNKILAP DAL'IN ARDINDAN
     ''Akhisarlı olan eşim ile 1977 yılında evlenmemden önce ve sonra birkaç kez Akhisar'a gitmiştim. Bu gidişlerim sırasında iki tütün mitingine katılmış, o dönemde birer kitle örgütlenmeleri olan ETÜS (Ege Tütün Üreticileri Sendikası) ve TÖB-DER binalarına uğramıştım. Buralarda ve yine Devrimci Gençlik- Devrimci Yol dergilerinin Ege dağıtımının yapıldığı İzmir'deki Gençlik Kitabevi'nde ve Emek Dağıtım'da, buralara dergi ve kitap almaya gelip giden pek çok Akhisarlı devrimciyle tanışmıştım.
     Devrimci yaşamımın 1976, 1977 ve 1978 yıllarını kapsayan bu ilk döneminde, Akhisarlı bir Devrimci Yolcu olan İnkılap ile tanıştığımı anımsamadığım gibi, adını da ilk kez 1987 yılı başlarında eşimden duydum. Eşim, onun, 1986 yılı Ekim ayından beri tutsaklık yaşamımı sürdürdüğüm Aydın E Tipi Özel Kapalı Cezaevi'ne sevk edildiğini, tanıdığını, iyi bir insan olduğunu ve ilgilenmemiz gerektiğini söylemişti.
     İnkılap, bulunduğum cezaevine ilk geldiği gün, o günkü cezaevi yönetiminin politikası gereği, farklı bir koğuşa yerleştirilmişti.
     Cezaevi yönetimi, ilk başlarda, sevk gelen bütün devrimci tutsakları, yargılandıkları siyasi davalarına bakmaksızın, büyük ölçüde kendi tasarrufu dahilinde ve karışık olarak koğuşlara yerleştiriyordu. Cezaevine yapılan ilk toplu sevk içinde gelenlerden birisi olarak, ilk yerleştirildiğim 3. koğuşta PKK, KSD, TBKP, SVP, TDKP ve Eylem Birliği davaları tutsakları olan devrimciler ile birlikte kaldığımı anımsıyorum. Ancak bizler, yani ilk başlarda gelenler, bir süre sonra, yönetimce gündeme getirilen bir koğuş düzenlemesi sırasında, bir ölçüde de olsa, isteğe bağlı bir yerleşimi gerçekleştirebilmiş ve biz Devrimci Yol davası tutsakları 4. ve 8. koğuşlarda bir araya gelmiştik. Bu düzenlemenin ardından ise, bir süre daha, yerleşim konusunda yönetimin tasarrufu devam etmiş ve bu süre içerisinde sevk gelmiş olan İnkılap, 3. ya da 5.koğuşta kalmaya başlamıştı.
     Bu ilk anlarda, koğuşlar arası geliş gidiş de mümkün değildi. Bu nedenle, farklı koğuşlarda bulunan biz devrimci tutsakların görüşebilmesi, 15 günde bir yapılan kapalı görüş günlerinde bir araya gelebildiğimiz maltada ve görüş mahallinde olanaklıydı. İnkılap ile tanışmamızın, görüşçülerimizin birlikte görüşe geldikleri böyle bir günde gerçekleştiğini sanıyorum. İlk kez bir araya gelip uzunca konuşabilmemiz ise, ilk iç görüşün yapılmasına izin verildiğinde bütün devrimci tutsaklar olarak bir araya geldiğimiz 3.koğuş havalandırmasında mümkün olabildi.
     Aydın E Tipi Kapalı Cezaevi, 1986 yılı Ağustos-Eylül aylarında ilk açıldığında, Adalet Bakanlığının ne 'vitrin'i ne de 'temerküz kampı' gibi bir görünüme sahipti. Cezaevinde, ağırlıkla, ilk kez 'hizmete' sunulan bir cezaevinde görülmesi olası uygulamalar geçerliydi. Çok kısa bir süre sonra da, pek çok nedene bağlı olarak, bakanlığın 'vitrin'i olma doğrultusunda evrilmeye başlamıştı. İlk iç görüş, bu evrilmenin yaşandığı süreçte gündeme gelmişti. Haftada bir gün yapılıyordu ve sayımız az olduğundan, her defasında farklı bir koğuş havalandırmasında bir araya geliniyordu.
     Bu ilk iç görüş günü, olanaklar ölçüsünde, İnkılap ile uzunca konuşmuştuk. Yine o gün ona ve onun gibi yönetimce başka koğuşlara yerleştirilmiş Devrimci Yolcu bazı arkadaşlara, bazı istisnalar dışında bütün Devrimci Yolcu tutsak arkadaşlar ile birlikte bir araya gelerek yaşama ve hareket etme düşüncemizi açmıştık.
     Cezaevindeki hemen hemen bütün devrimci tutsaklar, yoldaşlarıyla bir araya gelmek, yaşamak ve hareket etmek eğilimindedirler. Olanak bulur bulmaz da bunu gerçekleştirirler. Bu konuda Aydın ve Aydın'daki devrimci tutsaklar bir istisna değildi. Burada da aynı şey söz konusuydu. Cezaevine yeni gelenler, yönetimce farklı koğuşlara verildiklerinde, eğer kendileri istiyor ve bir arada olan arkadaşlarınca da isteniyorlar ise, yönetim ile konuşularak, bir biçimde, yeniden yerleştirilmeye çalışılıyordu. Cezaevi yönetimi de, kendince bazı nedenlerden dolayı, böyle bir yerleşimi yeğlemeye başlamıştı.
     İnkılap, bu düşüncemizi olumlayan ve önerimizi hemen kabul eden arkadaşlarımızdan birisi olmuştu. İki-Üç gün içinde de bulunduğum 8.koğuşa gelmişti. Böylece, onun cezaevi yaşamının ikinci dönemi başlamış oluyordu.
     ***
     İnkılap'ın, ister istemez göze batan ve ilgiyi üzerinde yoğunlaştırmaya neden olan çarpıcı bir görünümü yoktu. O orta boylu, oldukça zayıf ve çelebi görünümlü bir insandı.
     İnkılap olumlu ya da olumsuz anlamda adını önceden duyduğumuz ve büyük bir merakla tanışmayı beklediğimiz, 'sivri' özellikleri olan bir arkadaşımız da değildi. Devrimci Yol davalarının birisinde yargılanmış ve yenice tutuklanmış devrimcilerden birisiydi, o kadar...
     Onun en belirgin özelliği, çok az rastlanır nitelikte içine kapanık olmasıydı. Bu kişiliğinin doğal sonucu olarak,çevresiyle çok çabuk ilişkiler kuramıyor ve var olan ilişkilerini geliştirip daha yakın ilişkilere dönüştüremiyordu. Hem çok az kişiyle hem de senli benli düzeye varmasına izin vermediği mesafeli ilişkiler kuruyordu. Yatakhane, yemekhane ve havalandırma üçgeninde geçen zor ve oldukça monoton günlük cezaevi yaşamının her anında, çoğunlukla yalnız olmayı yeğliyordu. Bu haliyle o, yaklaşılmaz ve anlaşılmaz birisi olduğu izlenimini uyandırırdı.
     Bu içine kapanık kişiliğini ne zaman ve neden dolayı edindiği konusunda benim bir şeyler söyleyebilmem mümkün değil. O kendini bildi bileli böyle bir kişiliği olduğunu anımsadığını söylüyordu. Gerçekten de, onun içine kapanıklılığının doğal bir görünüme sahip olduğu, bir başka deyişle bazı insanlarda gözlendiği gibi, kendince haklı ya da haksız nedenlerden kaynaklanan bir savunma mekanizmasının ifadesi olmadığı söylenebilirdi. Bu nedenledir ki, bir kirpi gibi içine büzülen ve bazı istisnalar dışında, kendine yaklaşan ya da kendine zarar vereceğini düşündüğü her insana her an oklarını fırlatmaya hazır sekter, saldırgan ve tepkici tavırları olan çekilmez ve katlanılmaz bir insan değildi. Bir tek kişinin bile bu anlamda ondan yakındığına ve yaka silktiğine tanık olmadım.
     İnkılap ile günlük yaşamın ve yoldaş tutsaklar olmanın zorunlu kıldığının ötesinde arkadaşça ve dostça daha yakın ve daha sıcak ilişki kurmak olanaksız değildi. Ancak bunun yolu, onun yaklaşmasını beklemekten değil, uygun bir biçimde onun iç dünyasına girip ona ulaşmaya çalışmaktan geçiyordu. Bu yolla onu anlamak, onunla içten ve karşılıklı güvene dayalı bir dialog kurmak mümkündü. Maalesef, bunu, biz Devrimci Yolcular'dan ve dışımızdaki devrimci tutsaklardan, benim de dahil olduğum çok az kişinin başarabildiğini söyleyebileceğim.
     Tanıyabildiğim kadarıyla İnkılap girişken ve atılgan değil, sakin birisiydi. Sıcak kanlı değil ama buz damı gibi soğuk ve yüzü asık birisi de değildi. Onun içten, sevimli, seyrek ve kahkahasız bir gülüşü vardı.
     İyimserdi. Yumuşak huyluydu. İçi dışı bir olan insanlardandı.Yalan söylemezdi. İkiyüzlü, hilekar ve çıkarcı değildi. Etliye sütlüye pek karışmaz, gerekli gereksiz konuşmaz, ancak olaylara karşı ilgisiz de kalmazdı. Yalnızca, kişiliği gereği, yaşam içindeki tepkilerini kolay kolay dile getirmezdi. Çoğunlukla içine atardı. Söylemek istediklerini söylediğinde ise düşündüklerini ve doğru olduğuna inandıklarını dile getirirdi.
     İşkencede çözülmeyen birisi olduğu yollu duyumlarımız vardı. Ne ölçüde doğru olduğunu bilmezdik. O bu konunun hiç sözünü etmezdi. Muhtemelen doğru olan bu direnme tavrıyla övünüp durmazdı. O alçak gönüllüydü. Konu açılsa bile gülümser ve önemsiz bir şeymiş gibi geçiştirmek isterdi. O 'kahraman' değildi ve öyle sanıyorum ki, olmak da istemiyordu. O yalnızca görevini yapmıştı.
     Kendine özgüveni vardı. Hiç bir konuda hiç bir kimsenin yardımına gereksinim duymaksızın yaşamak ve kendi ayakları üzerinde yürümek istiyordu.
12 Eylül yenilgisi sonrasının nesnel ve öznel koşullarında binlercemiz cezaevlerinde yaşamaya çalışırken, o cezaevi dışında yaşam savaşı vermişti. Şimdi 'cezasının' infazını yatıyordu. Burada bizimle birlikteydi. Cezaevindeki Devrimci Yolcuların alacağı her karar onu bağlardı. Tahliye olduktan sonra ise örgütlü bir mücadelenin içinde yeniden yer almayı düşünmüyordu. O dürüsttü. Şu an içinde bulunduğu ve yaşadığı ortama uygun konuşup, kendi geleceğine ilişkin düşüncelerini gizleyemezdi.
     Dışarıya çıkınca yine babasıyla birlikte maydanoz ekimiyle uğraşacağını söylerdi. Yalnızca maydanoz ekimiyle uğraşan bir ailenin nasıl olup da geçinebileceğini bir türlü anlayamazdım. Bence bu olanaksızdı. Ama o deneyiminin beslediği inançla yeniden ve yeniden anlatırdı.
     Bazılarımıza kıyasla oldukça az kitap okurdu. Okuduklarının ağırlığını felsefe içerikli kitaplar oluşturuyordu. Ancak okuması önerilen başka kitapları da okuyordu. Dışarıda bir süre öncesine kadar çok daha fazla kitap okuduğunu ve bundan dolayı evinde bir kitaplığı olduğunu söylüyordu. Evinde bizim de gereksinim duyduğumuz ve temin edemediğimiz bazı kitapları getirtmişti.
     Bazılarımız gibi her gün ya da olanak buldukça spor yapardı. Spor, cezaevindeki vazgeçilmez uğraşılardan birisidir. Ancak o hem farklı bir saatte tek başına yapardı hem de yalnızca koşmakla yetinirdi. Dikkatimi çeken şey, yağmur altında da koşması ve her spordan sonra sıcak suyu aramayıp, soğuk su ile de duş almasıydı. Yaz aylarında neyse, ama Mart-Nisan aylarında soğuk su altına girmek herkesin harcı değildi. Bunun olası olumsuz sonuçlarına dikkati çekildiğinde, buna alışık olduğunu söylerdi. Onun vücudu dayanıklıydı ve bir şey olmazdı.
     Halbuki ayaklarındaki yaralar belirgindi. Ona göre, bu yaralar dışarıda da çıkıyordu, şimdilerde ise biraz artmıştı. Nedenini bilmiyordu. Doktorlar her defasında farklı bir teşhis koyuyor ve farklı ilaçlar yazıyorlardı. O ise, bunların hiçbir yararını görmüyordu.
     Cezaevindeki birlikteliğimizin özgül durumundan ve koğuşumuzun günlük yaşamından pek memnun değildi.
     İnkılap ile sınırlı bu yazı çerçevesinde, bu birlikteliğimizin ve günlük yaşamımızın ayrıntılı bir tartışmasını yapmam elbette mümkün değildir. Ancak şu kadarını söyleyebilirim:
     12 Eylül'ün nesnel, Devrimci Hareketimiz'in öznel ve cezaevlerinin özgün koşullarında uzun yıllar devam eden bir yaşamın, eğer bu yaşamı sürdüren topluluk üyeleri biraz da becereksiz (ve yetersiz) iseler, her yıl artan bir şekilde yoğun ve karmaşık olumsuzlukları üretmesi kaçınılmazdı.
     Burada üzerinde durulması ve altı özellikle çizilmesi gereken olgu, 12 Eylüllü yenilgi yıllarında yaşanan yaygın ve çok yönlü EROZYON'dur.
     12 Eylül sonrası içine girilen sürecin ilk başlarında, Devrimci Hareketimiz de yenilmişti. Bu oldukça kolay bir yenilgiydi. Bu yenilgi sonucu devrimci mücadele kesintiye uğramıştı. Devrimci Hareketimiz, yenilgi sırasında dağıtılan merkezi yapısını yeniden ve daha güçlü bir biçimde oluşturamamıştı. Binlercemiz tutsak durumuna düşmüştük.
     İçinde yaşamak zorunda bırakıldığımız koşullarda bizlere her şey yasaktı. Adeta yapayalnızdık. Devrimci tutsaklar olarak omuzlarımıza yüklenen yük ağırdı. Bu koşullarda her şeye rağmen doğru bildiğimiz ve üretebildiğimiz ölçüde yaşamı yorumluyor ve direniyorduk. Onurumuzu, değerlerimizi ve kimliğimizi korumaya çalışıyorduk. Bütün ülkenin teslim alındığı bu dönemde, cezaevlerindeki direniş bayraklarının gönderlerde hep dalgalandığını söyleyebiliriz.
     Aynı süreçte ise bütün ülke halkımız gibi, hatta daha yoğun bir biçimde, bütün iletişim araçlarından yöneltilen karşı-devrimci bir propagandaya maruz kaldık. 12 Eylül öncesi dönemde yaşanan bütün olayların sorumlusu olarak ilan edildik. Kamuoyu karşısında ve kendi vicdanlarımızda mahkum edilmeye çalışıldık. Bu uygulamaların doğal sonucu, karşı-devrim'in başarısı olarak yorumlanabilecek bir EROZYON'da yaşamaya başladık. Bu yaşanan erozyon bedensel, psikolojik, düşünsel, siyasal, sosyal...vb. çok yönlüydü.
     Bilinçsizce ya da bilincinde olunmasına karşın yaşanan bu erozyon, doğal olarak görülmesi olası olumsuzlukları da geliştirerek, çarpıcı ve farklı biçimlerde kendini gösteriyordu. 12 Eylül öncesinin en kitlesel devrimci siyasi hareketinin mensupları olan ve özgülümüzde oldukça kalabalık bir topluluk biçiminde yaşayan bizlerin günlük yaşamında ise çok belirgin olarak gözlenebiliyordu.          Öyle ki, özgülümüz, benzer yerlerle kıyaslandığında, bu anlamda en uç örneklerden birisi olarak kabul edilebilirdi.
     Her birimiz Devrimci Yol davalarının birisinde yargılanmıştık. Baştan beri tutsak durumunda olan bazılarımız ve sonraki yıllarda tutsak durumuna düşmüş olanlarımız hariç, hepimiz her türlü baskıya ve yaptırımlara karşı direne gelmiştik. Birlikte yaşamış ve yine birlikte yaşamaya devam ediyorduk. Belli bir gücümüz ve örgütlülüğümüz vardı. Cezaevi yönetimi ve dışımızdaki devrimci tutsaklar karşısında birlikte hareket edebilen bir görünüme sahiptik. Gerçekte ise 'dışı seni, içi beni yakar' denir ya, işte öyle, olması gerekenden çok farklı ve çok uzakta bireysel ve kolektif bir günlük yaşamımız vardı. Olması gerektiği gibi sıkı bağlarla birbirimize bağlanmış bireylerden oluşan sağlıklı ve gelişmeye açık bir birlikteliğimiz bulunmuyordu.
     İstenilen çözüm, hiç şüphesiz, bu cezaevi birlikteliğimizin ve günlük yaşamımızın olması gereken doğrultuda evrilmesinin sağlanmasıydı. Ancak bu, pek çok nedene bağlı olarak bir türlü olamıyordu.
     Bu durumda böyle bir birliktelik ve günlük yaşam içerisinde bulunan hiçbirimizin bu olumsuzluklardan etkilenmemesi ve hatta isteyerek ya da gayrı iradi bu olumsuzluklara şu ya da bu biçimde, şu ya da bu düzeyde 'katkı'da bulunmaması olanaksızdı.
     İnkılap, hiç bir zaman onaylamadığı ve belki bir-iki istisna kişiden birisi olarak hiç 'katkı'da bulunmadığı bu olumsuzluklara karşı çıkılmasını, önceleri yadırgıyordu. Ona göre burası cezaeviydi. Bunlar 'doğal'dı. Zamanla aşılırdı. Ancak ilginçtir, önceleri böylesi bir yaklaşım içerisinde bulunan İnkılap, bir süre sonra bu olumsuzlukların etkisiyle de ayrılmayı ve başka bir ortam içerisine geçmeyi yeğledi. Bu kararını vermeden önce hiç birimizle tartışmadı. O kendi içinde tartışmış ve kararını vermişti. Soranlarımıza, temsilci arkadaş ile konuştuğunu ve ayrılış nedenlerini ona anlattığını söyledi.
     Bu karar verme biçimi ve ayrılması, hiçbirimizce yadırganmadı. Çünkü bunlar, ağırlıkla, onun bilinen özgün kişiliğinin ve hiç gizlemeye çalışmadığı kendisine ve geleceğine ilişkin düşüncelerinin ürünü davranışlardı.
     İçerisinde yer almadan önce ona 'çekici' gelen birlikteliğimiz ve günlük yaşamımız, içerisinde yer aldıktan çok kısa bir süre sonra 'itici' gelmişti. Bu nedenle, hiç tereddütsüz ve anında 'evet' diyerek geldiği içimizden, geneldeki 'yargının' olumsuz olduğunu bildiği örgütsüz- bağımsız kabul edilen tutsaklar içerisine gitti...
     Artık onun cezaevi yaşamının üçüncü dönemi başlıyordu.
     ***
     1982-1986 yılları arasında kaldığım Buca Bölge ve Şirinyer Askeri Cezaevlerinde, sol siyasi tutsaklar arasında, Tek Tip Elbise uygulamasının ve Pişmanlık yasasının gündeme getirdiği bir saflaşma yaşanmıştı. Bu saflaşmanın ifadesi olarak Pişmancılar, Tek Tipçiler ve Direnenler diye üçlü bir kategori oluşmuştu.
     Aydın'da ise öne çıkan saflaşma, örgütlüler ve örgütsüzler-bağımsızlar olarak kabul edilen tutsakların birbirlerinden 'ayrışmaları' biçiminde gözlendi.
     Bir devrimci tutsak, yargılandığı siyasi hareketinin mensubu olmaya devam ettiğini söylüyor ise 'örgütlü' birisi olarak kabul ediliyordu. 'Siyasi örgütlenme' kavramının anlamından çok şeyler yitirdiği ülkemizde, bu kişinin, algılana geldiği biçimiyle bile, siyasi hareketiyle gerçekten bir ilişkisinin olup olmadığı, hatta bugün böyle bir siyasi hareketin varlığını koruyup korumadığı ve faaliyetini sürdürüp sürdürmediği...önemli değildi. Farklı düşünceden pek çok devrimci tutsağın benzer durumda olduğu bu yaşanan dönemde, beyan esastı. O kişi cezaevinde tek kişi olsa da 'siyasi hareket'ti ve istiyorsa siyasi hareketinin cezaevi temsilcisi olabilirdi. Bu hak, karşılıklı olarak, örgütlü kabul edilen devrimci tutsakların çoğunluğunca birbirlerine tanınmıştı.
     Bu konumda görülen devrimci tutsaklar, sayısal durumlarına bağlı olarak ya aynı davadan yargılanmış kişiler olarak ya da birbirlerine daha yakın olduklarını düşündükleri/birlikte olmayı yeğledikleri siyasi hareketlerin devrimci tutsaklarıyla birlikte aynı koğuşlarda yaşıyorlardı. Bu koğuşlara 'örgütlüler koğuşu' deniyordu.
     Pek çok nedenden dolayı yoldaşlarınca birlikteliğe alınmayan ya da kendisi bunu istemeyen, ancak çoğunlukla herhangi bir siyasi iddia da taşımayan sol siyasi tutsaklar ise 'örgütsüzler-bağımsızlar' kategorisinde kabul ediliyordu.
     Örgütlü kabul edilenlerin koğuşlarında yaşayanları yok değildi, ama bunlar ağırlıkla ya yalnızca kendilerinden oluşan koğuşlarda ya da sayıları az bazı istisnai siyasi hareketlerin tutsakları ile aynı koğuşlarda yaşıyorlardı. Bu örgütlü kabul edilen siyasi tutsakların bunlara karşı yaklaşımlarının biraz daha farklı olduğu da söylenebilirdi, hiç şüphesiz.
     Aykırı görüş savunan devrimci tutsaklar da vardı, ancak örgütlü kabul edilenlerin çoğunluğu bu örgütsüzler-bağımsızlar kategorisinde kabul edilenleri 'ikinci sınıf' tutsaklar olarak görüyorlardı. Bu tutsaklar hiç bir konuda ve hatta bulundukları koğuşlarda bile çoğunlukla eşit haklara sahip kişiler olarak kabul edilmiyorlardı. Sorunları tartışan ve çözüm önerileri üretenler, cezaevi yönetimi karşısında ve iç ilişkilerde temsil etme hakkına sahip olanlar, yalnızca örgütlü kabul edilenler idi. Diğerleri ancak alınacak kararlara uyabilirler ve gereğini yerine getirebilirlerdi. Örgütlü kabul edilenlerin kabullenebilecekleri en uç nokta, bu insanların görüşlerinin alınabileceğiydi. Bunun farklı 'teorik' açıklamaları (!) yapılıyorsa da, öz aynıydı: Eşit konumda kabul edilerek, pek sağlıklı olmasa da var olan karar alma sürecine katılmaları...hiç bir zaman düşünülemezdi. Böyle bir şeyin önerilmesi ve savunulması, örgütsüzlüğü meşrulaştırmak ve özendirmek olurdu. Ayrıca, bunu başarmak teknik olarak da olanaksızdı! Bunlar 'bitmiş' insanlardı! Elle tutulur olanları çok azdı ve onlara da 'farklı' davranılıyordu!!
     Bu yaklaşımın hem teorik-politik olarak hem de pratikte doğurduğu olumsuz sonuçları açısından yanlışlığını ortaya koymak mümkündü.
     Her şey bir yana, bu tutsaklar, bulundukları koğuşlarda istedikleri gibi yaşıyorlardı. İstedikleri zaman yatıyor ve kalkıyorlardı. Çoğunluğunca, bugün, bireysel yaşam esas ve kendi gelecekleri önemliydi.
     Ekonomik anlamda kendi yağlarıyla kavrulmak zorunda olduklarından, maddi durumları iyi ise rahat, kötü ise sıkıntı içindeydiler, Bu durumda yalnızca karavanaya talim ediyorlardı.
     Zorlanmış ya da yeğlenmiş bu yalıtılmış yaşam, örgütlü kabul edilirken ya da onlarla birlikteyken gözlenmesi oldukça zor olabilen bazı eğilimleri, bir yönüyle doğal olarak açığa çıkarıyor veya geliştiriyordu. Bu nedenle bu koğuşlarda pek çok olumsuzluğa daha yoğun ve daha belirgin bir biçimde tanık olunabiliyordu.
     İnkılap bizim içimizden ayrıldıktan sonra işte bu tutsaklar içerisine gitmiş ve onların bulunduğu koğuşlarda yaşamaya başlamıştı.
     İlk gittiği yer 5.koğuştu. Sonraki süreçte, çeşitli nedenlerle gündeme gelen koğuş düzenlemeleri sonucu, sırasıyla 8. ve 16. koğuşlarda da kaldı.
     O, bu ortam içinde de dürüst, içten ve çevresiyle mesafeli ilişkiler kuran içine kapanık birisi olmaya devam etti. Etliye sütlüye yine pek karışmadı. Hiç bir kimsenin onunla kişisel herhangi bir sorunu olmadı. Ondan rahatsız olan da yoktu. Ancak o, bulunduğu bu koğuşların günlük yaşamından da rahatsızdı. Buraları da onun için 'itici'ydi. Kapımızın her zaman ona açık olduğunu biliyordu. Ama o farklı seçenekler üzerinde duruyordu. Bu anlamda kabul etmeyi yeğliyebileceği seçenekler ise, o günkü koşullarda, hiç yok denecek kadar çok azdı. 5.koğuştayken 3'ü, 8.koğuştayken 12'yi, 16.koğuştayken 17'yi bazı nedenlerden 'daha yeğlenebilir' yerler olarak düşünüyordu. Bu düşüncesine rağmen, 16.koğuştayken bir ara 17. koğuşa geçip yeniden geriye dönmeyi yeğlemesi dışında, bu koğuşlarda yaşaması mümkün olamadı.
     Kendisiyle ya da bulunduğu koğuşu ile ilgili bir sorun olduğunda, temsilci konumdaki arkadaşla ya da daha yakın ilişkisi olanlarımızla konuşuyordu. Biz Devrimci Yolcu tutsaklar hala onun arkadaşları ve dostlarıydık. Bizim kolektivitemizin alacağı kararların onu bağlamaya devam edeceğini söylüyordu.
     Ona ekonomik yardımda bulunabileceğimizi söylüyorduk. Ama o kendi yağıyla kavrulmak istiyordu. Bildiğim kadarıyla, yardım önerilerimizi pek kabul etmedi. Yalnızca okumak isteyip de bulamadığı bazı kitapları alıyordu.
     O 5.koğuştayken haftada bir, 8.ve 16. koğuşlardayken her gün 08.00-24.00 saatleri arası yapılabilen iç görüş sırasında çok sık olarak onun bulunduğu koğuşa ya da aynı havalandırmaya çıkan koğuşa gidiyordum. Bu ziyaretlerim bazen tek bazen birkaç arkadaşımla, bazen doğrudan onun yanına bazen de başka bazı arkadaşların yanına konuk olma biçimindeydi. Onun bizim bulunduğumuz koğuşlara ya da doğrudan benim yanıma geldiği de oluyordu. Onun yanına, koğuşuna ya da havalandırmasına gittiğimde uykudaysa uyandırırdım. Çay içer, volta atar ve konuşurduk. Akhisar'dan, ortak tanıdıklardan ve cezaevinde olup bitenlerden söz ederdik. Onun ağzından sözler, dirhem dirhem çıkardı.
     Bir ya da iki görüşte görüşçülerimiz ile birlikte kısa bir süre için de olsa bir araya geldiğimiz olmuştu. Bu bir araya gelişlerin birinde, eniştesiyle çok eskiden ve Erzurum Atatürk Üniversitesinde okurken karşılaştığımızı anımsadım.
     Mayıs-Haziran 1988 Süresiz Açlık Grevi, onu bu konumda ve 16.koğuşta yaşamını sürdürürken buldu. Onun cezaevi yaşamının üçüncü dönemine, hem de yaşamının final dönemini başlatacak  biçimde son verdi...
     ***
     Aydın E Tipi Özel Kapalı Cezaevi'nin 'vitrin' döneminde 'yok' yoktu. Bakanlıkça ve yönetimce bütün olanaklar tanınmıştı. Bu nedenle cezaevleri içerisinde öne fırlamış ve 'çekim' merkezi olmuştu.
Bilincine yeterince varamadığımız ve 'olması gerektiği' gibi değerlendiremediğimiz bu dönemin, bu yazı çerçevesinde tartışılması olanaksız pek çok nedenden dolayı, 1987 yılı sonlarına doğru başına çorap örülmeye başlandı. Bakanlık bu 'vitrin' dönemine son vermek ve cezaevinin yaşamında yeni bir sayfa açmak istiyordu.
     Önceleri bazı hakları tırpanlamaya yöneldiler. Sonra, 1988 yılı Mayıs ayında, aradıkları bahaneyi buldular ve topyekun, bütün güçleriyle, vahşice saldırdılar.
     Mayıs ayı ortalarıydı. Dini Ramazan bayramı dolayısıyla üç gün ama sancılı bir açık görüş yapmıştık. Ertesi günü akşama doğru, faşistlerin kaldığı ön blok ile örgütlü kabul edilenlerin bir kısmının kaldığı ikinci blokun arasındaki üst maltanın çatısında, nedeni hala bilinmeyen ve üzerinde pek çok spekülasyonun yapılageldiği bir yangın çıktı. Yangın, hızla 2. ve 4. koğuşların çatısına, oradan da PKK'lı tutsakların kaldığı 10. ve bizim kaldığımız 11.koğuşlara doğru yayıldı. Yangının söndürülmeye çalışılması sırasında 2.ve 4. koğuşların çatısında, tonlarca toprak olduğu görüldü. Yönetimce 'alarm' verildi.
     PKK'lı tutsaklar 10., 6. ve 14. koğuşlarda kalıyorlardı. Bunlar, 6. koğuşun merdiven altındaki boşluktan bir tünel kazmaya başlamışlar. Tünelin kazılması sırasında çıkan tonlarca toprağı ise 10. koğuşun duvarını delerek 2. ve 4. koğuşların çatılarına istif etmişler. Yangın sırasında ortaya çıkan, bu topraktı.
     O gece Foça'dan bir komando taburu getirildi. Polisler yığıldı. Derhal çatı katları olan 10. ve 11. koğuşlar boşaltıldı. Operasyona başlandı.
     Aynı gece tünelin nereden ve kimlerce kazıldığı öğrenildikten sonra, yerleri değiştirilmek istenip de buna karşı çıkan koğuşlardaki ve bir müşahede deki devrimci tutsaklar dövüldüler. Zorla yerleri değiştirildi. Ama asıl olarak PKK'lı tutsaklar ezildiler. Önce temsilci konumundaki arkadaşları, cezaevinin yönetim binasında polis ve komandolarca ' sorguya' çekildi! Ardından, tüneli kazanlar 'suçlarını' üstlenmelerine karşın, bütün PKK'lı tutsaklar komandoların saldırısına uğradı. Öldüresiye işkence gördüler. Yerlerde sürüklendiler. Kalabalık bir biçimde müşahedeye hücrelerine kapatıldılar.
Operasyon, o gece dövülen ve yerleri değiştirilen bütün tutsakların eşyalarının talan edilmesiyle devam etti. Eşyalar maltalara yığıldı.
     Olay, tam bir vahşetti. O gece ölü çıkmaması mucizeydi.
     Aynı gece sabaha karşı, çoğunluğunu dayak yiyenlerin ve yerlerinden alınanların oluşturduğu bir kısım tutsak, SAG önerdi. Sabahleyin de, geniş bir katılımla eyleme başladılar. Biz Devrimci Yolcular ve arka blokta kalanların çoğunluğu, bunu doğru bulmadık ve katılmadık.
Bizce, öncelikle saldırının boyutunun bir bütün olarak kavranması gerekiyordu. Bu ise yapılmış değildi. Bizim değerlendirmemize göre, saldırı ile ortaya çıkan durum belirsizlikti. Bu belirsizlikte bir SAG değil, farklı eylem biçimleri yaşama geçirilmeli, tepki ortaya konulmalı ve durumun belirsizlikten çıkması beklenilmeliydi. SAG öneren ve akabinde yaşama geçiren arkadaşlar ise, gördükleri işkence ve içine itildikleri koşullardan hareket ederek, saldırının boyutunu tam olarak kavrayamadan, bu durumun ortadan kaldırılmasına yönelik ve hemen, etkili bir direnişin yaşama geçirilmesini düşünmüşlerdi. Biz, bunu tepkici bir yaklaşım olduğunu düşünüyorduk.
     Önerilen ve hemen yaşama geçirilmeye başlanan SAG karşısında böyle düşünmemize karşın var olan belirsizlik durumunda etkili olabilecek eylem biçimlerini ne ölçüde üretebilmiş, genele önerebilmiş ve kabul edilmesine çalışabilmiştik?
     Biz yemek boykotunu önermiştik. Bu arkadaşların SAG'ne başladığı özgül durumda, yalnızca Devrimci Yolcu tutsaklar olarak, bu öngördüğümüz eylem biçimini yaşama geçirmeye başlamıştık.
İki-Üç gün sonra, var olan belirsizlik durumu, yönetimin yeni girişimlere yönelmesi sonucu kendiliğinden aşıldı; yangın ve ardından ortaya çıkarılan tünel nedeniyle gündeme getirilen karşı-devrimci vahşi saldırı, her tünel, firar, isyan vb. girişimler karşısında gündeme gelen ve bir yönüyle 'doğal' sayılabilen türden değildi. Yangın ve tünel, aranan bahaneler olmuştu. Bakanlık, sahip olduğumuz bütün haklarımızı gasp etmek, var olan koşulları alabildiğine kısıtlamak, bu cezaevindeki yaşamımızı cehenneme çevirmek ve 'vitrin' olma durumuna son vermek istiyordu. Bu çerçevede, hiçbir özel cezaevinde uygulama durumu bulunamayan Tek Tip Elbiseyi dayatacağı anlaşılıyordu.
     Cezaevi yaşamında yeni bir dönemin başlatılmak istendiği bu anda, ne yapılmalıydı?
     Gündeme gelen bu saldırı ve başlayan SAG karşısında seyirci durumda kalmak, yönetimle uzlaşma yolları aramak ya da hiç etkili olamayacak eylem biçimlerine devam etmek, şu ya da bu biçimde teslimiyetçi bir tavır içerisine girmek anlamına gelecekti. Bu saldırı püskürtülmeliydi. Sahip olduğumuz bütün haklar ve içinde yaşayageldiğimiz koşullar, en azından korunabilmeliydi. Bunun yolu ise kitlesel, kararlı ve etkili bir direnişi yaşama geçirmekten geçiyordu. Çok sayıda devrimci tutsağın SAG'ne başladığı özgül durumda bu direnişin biçimi SAG'di. O halde, başlayan bu SAG'ne bir biçimde eklemlenmek, ama amacını da yeniden formüle etmek gerekiyordu. Bu yapılmadığı takdirde, bu başlayan direniş kırılabilir ve karşı-devrimci saldırı amacına ulaşabilirdi. Bunun ağırlıklı sorumluluğu da, sayısal olarak en kalabalık olan bizlerin omuzlarında kalırdı...
     Başladığımız yemek boykotunu sürdürürken, iki-üç gün bu konuyu tartıştık. Tartışma sonunda, çoğunlukla SAG'ne başlama kararı aldık. Başlayan SAG'nin 7.gününde, bir biçimde bu direnişe eklemlendik. Direnişe eklemlenmemiz, başlayan direnişi güçlendirdi. Karşı-devrimin kolay başarı umuduna ağır bir darbe vurdu. Bizim ardımızdan, destek eylemleriyle yetinen ve hatta bir süre buna devam eden arka bloktaki tutsakların bir kısmı da SAG'ne başladı. İnkılap bu grubun içindeydi. O 14. günde SAG'ne başladı ve direnişin başarıya ulaşıp sonuçlandığı ana kadar 17 gün devam etti.
Kan kanseri teşhisi konulmasa da hasta olan ve Ekim 1988 tarihinde tahliye olacağı için az cezalı kabul edilen İnkılap'ın, bu SAG'ne mutlaka katılması gerekmiyordu. Gerçi, örgütlü kabul edilen bazı siyasi tutsaklar, SAG de dahil bütü AG'lerine ve bütün eylemliliklere (ölüm orucu hariç), bazı ağır hastaların ve az cezalıların dışında, mutlak bir biçimde herkesin katılması gerektiğini savunuyor, kendi arkadaşlarını sokuyor ve katılmayanlara karşı belli bir tavır alıyorlardı. Pek çok riskin göze alınmasını ve var olan bütün gücün ortaya konulmasını gerektiren bazı anlar dışında savunulması halinde sekter ve olası olumsuz sonuçları beklenen yarardan daha çok olan bu yanlış yaklaşımın, tutsaklar üzerinde psikolojik bir baskılanma yarattığı doğruydu. Bu nedenle, biz Devrimci Yolcu tutsaklar, ilk kez bu direnişin tartışılması sırasında, bu sorunu da tartışmıştık. Tartışma sonucunda, çoğunlukla, bu yanlış anlayışı mahkum etmiş, SAG'ne sağlığa ve infaz durumuna yönelik olası olumsuz sonuçlarını dikkate alarak, hasta ya da az cezalı arkadaşlarımızın katılmayabileceklerini kararlaştırmıştık. Eylemliliğin başladığı sırada da bizden ayrı bir koğuşta bulunan İnkılap'ın, bu kararımızdan haberdar olmadığı ve doğal olarak, eyleme başlama kararı verirken, bu yanlış yaklaşımı göz önünde bulundurduğu söylenebilir. Ancak, çok kısa bir süre sonra tahliye olacak İnkılap'ın, bu kısa sürede, bu olası baskılanmayı göğüsleyebileceğini düşünmüş olabileceği de söylenebilir.
Burada, İnkılap'ın bu eyleme neden katıldığını ortaya koyabilecek kanıtlar; onu tanıyanların kanıları, onunla eylem sırasında ve sonrasında konuşanların tanıklıkları, asıl olarak ise, varlığından pek çok kişinin bir biçimde haberdar olduğu, babasına yazdığı mektubudur. Bu mektup, onun kaleminden ve onun açısından, bu nedenleri ortaya koyan tek yazılı ve tartışma götürmez belgedir. Bu nedenle önemlidir.
     Bence o, direnişe neden olan olaylar ve başlayan direniş karşısında, çokça gözlenen bir olayı, kendi içinde hesaplaşmayı yaşadı. Bunun sonucu, hiç yitirmediği dürüst, onurlu, namuslu ve olaylar karşısında duyarlı olan kişiliği, onun bu direnişe katılmasını gerektirdi. Lenin 'Biz bir kişiyi... eylemlerine göre yargılarız.' der. O, bu tavrıyla başlattığı kendi içindeki evrilmeyi, başka tavırlarıyla da devam ettirecek ve bir DEVRİMCİ olarak ölecektir...
     İnkılap'a kan kanseri teşhisi, bu direnişin sonuçlanmasından sonraki bir muayenesinde konuldu. Benim tanıdığım ve birlikte olduğum devrimciler arasında, İnkılap, bu trajik durumu ikiliyordu. Daha önce, 1984 yılı Mayıs- Haziran aylarında Buca Bölge Cezaevi'nde yaşama geçirdiğimiz 30 günlük SAG sonrasında da, Muammer Özdemir yoldaşımıza, direnişi kırmak için gönderildikleri Şirinyer Askeri Cezaevi'nde siroz teşhisi konulmuştu.
     SAG'leri, insanda kalıcı rahatsızlıklara yol açmasının yanı sıra, vücudu çok zayıf ve dayanıksız duruma düşürdüğü için var olan rahatsızlıkları ilerletir, yaşamsal duruma getirir ve tartışılmayacak bir biçimde gözler önüne serer. Muammer'de ve İnkılap'ta olan buydu.
     Cezaevlerinde, bakanlığın ve diğer bütün yetkililerin demagojilerinin aksine, insanların sağlığıyla yeterince ilgilenilmez. Pek çok hastalığa üstünkörü bir muayeneden sonra çoğunlukla ya yanlış ya da 'psikolojik' teşhisi konur. Bazı ilaçlar yazılır ve insanlar baştan savılır. Bu tavır kasten ya da görevlendirilen doktorların yetersiz/yeteneksiz olmalarından dolayı böyledir. Bu nedenle cezaevleri, insan yiyen birer canavardır.
     İnkılap'a önceden kan kanseri teşhisi konulabilirdi. Şimdi ise oldukça geç kalınmış bulunuyordu. Sonraki süreçte yaşanılanların anlamı da onun bilerek ölüme terk edilmesiydi.
     ***
     İnkılap, önce, kan kanseri şüphesiyle Aydın Devlet Hastahanesine sevk edildi. Orada kan kanseri teşhisi konulduktan sonra, aynı gün olmasa da revire geçti. Mikroptan arındırılmış bir yerde yaşaması gerekiyordu.
     Revire geçmesiyle, onun cezaevi yaşamının dördüncü ve son dönemi başlamış oluyordu.
Kısa bir süre içinde Buca Bölge Cezaevi'ne sevk oldu. Ege Üniversitesi'nde ya da İzmir Devlet Hastanesinde yeniden muayene olacak ve tedavisi yapılacaktı. Ama öyle olmadı...
     Buca Bölge Cezaevi'ne varınca, İnkılap için öngörülen koşullara uygun bir yer olmadığından, revir olarak kullanılan ve her türlü hastalıktan yaran mahkumların kaldığı koğuşa verdiler.
     Buca Bölge Cezaevinden İzmir Devlet Hastahanesi'ne gönderdiler. Ege Üniversitesinde mahkumlar koğuşu yoktu ve bunun için orada muayene ve tedavi olacaktı. Aynı gün yatırdılar. Tedavisine başlandı. Ama hastahaneye yatırılan mahkumların güvenliğinden sorumlu subay ve astsubaylar, orada uzun süre yatmasına karşı çıkmaya başladılar. Zaten ona ayrıcalıklı davranmışlar ve bir ay'dan çok kalmasına izin vermişlerdi. Başkaları onun kadar da 'şanslı' değillerdi. En çok bir-iki hafta kalıp, yeniden geldikleri Buca Bölge Cezaevi'ne götürdüler. Mahkumların durumu söz konusu olunca doktorların değil, askerlerin sözü geçiyordu!
    Doktorlar, mahkeme kanalıyla tahliye olabilmesi için gerekli olan 'Hayati tehlike var; başka koşullarda tedavisi gerekir.' içerikli bir rapor vermeyi reddettiler. Nasıl olsa Ekim ayında tahliye olacaktı ve o zamana kadar ölmezdi...
     Yeniden getirildiği Buca Bölge Cezaevi yöneticilerinin yapabileceği bir şey yoktu. Onlar hastahaneye sevk etmekle yükümlüydüler ve bunun gereğini yerine getirmişlerdi. Artık orada kalamazdı. Çünkü onların mahkumu değildi. Geldiği Aydın E Tipi Özel Kapalı Cezaevi'ne dönmeli ve orada tedavisini sürdürmeliydi. Peki bu mümkün müydü? Bunu bilemezlerdi ve zaten bu onların sorunu da değildi!!!...
     Başka mahkumlar ile birlikte normal sevk işlemine tabi tutulduğundan, uzun ve dolambaçlı bir yolculuktan sonra Aydın'a, tedavi için yola çıktığı ilk noktaya döndü. Artık, revirdeki yaşamını sürdürecek ve tahliye olmayı bekleyecekti!..
     Onun revirden ayrılması, bizlerin yanına gelmesi ya da bizlerin onun yanına gitmesi, sağlığı açısından sakıncalıydı. O bunun bilincindeydi. Ama yalnız yaşamak da zordu. Ayrıca o ve bizler, kısa süre sonra birbirimizden ayrılacağımızı düşünüyorduk. Bu ayrılığın sonsuza dek sürmesi de olasıydı. Bunun için bazen biz onun yanına giderdik, bazen de o bizim yanımıza gelirdi.
     Mayıs-Haziran direnişinde, gasp edilmek istenen haklarımızın tamamına yakınını korumayı başarmıştık. Ancak kısa bir süre sonra yönetin değişmiş ve bakanlıkça özel olarak görevlendirilen Savcı Nural Uçurum ile birinci müdür Soner Köstereli göreve başlamışlardı. Bu ikili, büyük bir uyum içinde çalışarak, sahip çıktığımız haklarımızı adım adım yeniden gasp etmeye yönelmişlerdi. Bu gasp operasyonunun sonuçlarından birisi olarak, direniş sonrasında haftada bir yapılabilen iç görüşü tamamen ortadan kaldırdılar. Böylece, onun yanına konuk gidebilmemiz sona erdi.
     Her gün ya da belli aralıklarla değişecek şekilde bir kişi İnkılap'ın yanında refakatçi kalabilirdi. Ama hayır, yönetim buna izin veremezdi. Tüzük buna uygun değildi. Onlar ise tüzüğün dışına çıkamazdı!..İnkılap'ın durumunu biliyorlardı. Yalnızca ellerinden bir şey gelmiyordu. Bunun yerine, biraz da biz direttiğimizden, İnkılap'ın her gün ve her saat istediği bir koğuşa konuk gitmesine izin verebilirlerdi. TV kapanınca revire dönsün, yeterliydi.
     İnkılap, sırasıyla, konuk olmak istediği koğuşlara gidiyordu. Oralarda TV izliyor, gazete okuyordu. Sohbet ediyordu. Direniş sonrası bir kısım Devrimci Yolcu arkadaşımla birlikte kaldığım 8.koğuş, en çok geldiği yerlerden birisiydi.
     Siroz hastalığına yakalanan Muammer Özdemir arkadaşımız için yapabildiklerimizi az çok biliyordum. Koşullar biraz daha kısıtlı olmasına karşın, asıl olarak, ilk kez böyle bir durumla karşılaştığımızdan, adeta el yordamıyla ve karınca adımlarla bir şeyler yapabilmiştik. Yapabildiklerimiz, yapabilecek olduklarımızın çok altında kalmıştı. Hipertansiyondan Ankara'da yatan Ahmet Çetin arkadaşımız için çok az şey yapabildiğimizi de biliyordum. Bu iki yoldaşımız, bizler her gün ölüm haberlerini duyma korkusunu yaşarken, gözlerimizin önünde ölüp gitmişlerdi.
Bu iki arkadaşımız, her şeye rağmen belki yine ölebilirlerdi. Ama bu, bizim yeterince çaba sarf edemediğimiz ya da belli bir noktadan sonra çaresiz kalışımız gerçeğini değiştirmiyordu. İnkılap, gözlerimizin önünde ölüm yolculuğuna çıkan üçüncü arkadaşımız oluyordu. Önceki iki olayda yaşadıklarımız bize yol gösterici olmalıydı. Yoksa boşuna yaşanılmış olurlardı. Bu kez İnkılap yanımızdaydı. Koşullar da daha elverişliydi. Ne kadar geç kalınmış olursa olsun, yapılabilecek her somut ve anlamlı şeyin bir yararı olabilirdi.
     Ailesinin çabalarının yanı sıra, bizler de demokratik bazı kuruluşları ve kişileri durumdan haberdar ediyorduk. Demokratik kuruluşlar, kişiler, partiler, basın vb... ağırlıklarını koymalarının yanı sıra, bunlar aracılığıyla sorun kamuoyuna duyurulmalıydı. Kamuoyu en sağlıklı bir biçimde bilgilendirilmeliydi. Kamuoyunun harekete geçirilmesine çalışılmalıydı. Çünkü, İnkılap'ın hastalığı, yalnızca onu ilgilendirmiyordu. Bu olay, 12 Eylül döneminin ve cezaevlerinin ürünüydü. Bu ülkede ve cezaevlerinde insana verilen değerin bir göstergesiydi. Bir başka deyişle, toplumsal bir sorundu. Toplum bu sorunun ağırlığını üzerinde hissetmeli ve İnkılap'a sahip çıkmalıydı. Olayın bu boyutu ihmal edilmemeli ve gözden kaçırılmamalıydı. Her şeye rağmen, belki, İnkılap'ı da kurtaramayabilirdik. Ama bu yapılacaklar ile benzeri olayların yenilenmesini önlemeye katkıda bulunabilirdik. Bunlar bugünden bu doğrultuda atılmış somut ve anlamlı adımlar olabilirdi. Muammer, Ahmet ve İnkılap'ı izleyecek olası yeni olaylar yaşanmamalıydı. Bu bile başarılabilirse, yapılacakların çok büyük anlamı olurdu... Olay karşısında duyarlılık ve çaba gerekiyordu... Seyirci kalmak olmazdı...
     Koğuşumuza geldiği günlerin birisinde, bu çabalara katkıda bulunabilmek anlamında, basına bir haber yazacağımı söyledim. Kabul etti. Kısaca, hastalığıyla ilgili yaşadıklarını anlattı. Anlattıklarından hareketle 'Siyasi mahkum olmak, ölüme terk edilmek için yeterli midir?' başlıklı uzun bir haber yazdım. Okudu. Bu haber metnini, annesi ve babasıyla birlikte çektirdiği bir fotoğrafını ekleyerek, tahliye olan bir arkadaşla çıkardık. Fotoğraflı bu haber metninin, en azından Nokta dergisine verildiğini ve onların da ailesine telefon ettiğini öğrendim. Ama arkası gelmedi... Belli ki, o aşamada, İnkılap'ın ölüm yolculuğu, Nokta başta olmak üzere 'basınımız' için önemli ve tiraj getirecek bir haber değeri taşımıyor olmalıydı.
     Ona birkaç kez, hastahanede yatarken, babasının, özel af yetkisini kullanması için Cumhurbaşkanına başvurma önerisini neden reddettiğini sordum. Bu soruyu pek çok arkadaşı da soruyordu. Evet o, bu öneriyi hiç düşünmeden reddetmişti. Evren, işkencelerden geçirtip tutsak durumuna soktuğu bir devrimcinin babasının özel af başvurusunu, hem de seve seve kabul edebilirdi. Ama o, neden bir Askeri Faşist Cunta liderinden af istesindi?..Peki onun bu tavrında, kısa süre sonra çıkacak oluşu etken miydi? O soruna asıl olarak bu açıdan yaklaşmıyordu. Onun için ayları bırakın, saatlerin bile yaşamsal önemi vardı. O onurlu bir insan ve devrimciydi. Ne bu onurundan, ne de bu kişiliğinden vazgeçebilirdi. Karşı çıkışının asıl nedeni buydu.
     İnkılap babasından saygıyla, annesinden sevgiyle ve kardeşlerinden güvenle söz ederdi.
     Onunla, tahliye olduktan sonraki tedavisi üzerine de konuşurduk.
     O Türkiye'de tedavi görebilmesinin mümkün olduğunu duymuştu. İyi de Türkiye'de tedavi görmek çok parayı gerektiriyordu. Evet o bunun bilincindeydi. Peki ailesi bu tedavi için gerekli parayı bulabilecek miydi? Evet, ailesi onun için her şeyi yapardı. Ona Türkiye'de olması gerektiği gibi tedavi olamayacağını, devrimci olmasından dolayı hastahanelerde doktorların yeterince ilgilenmeyeceklerini söylerdik. Ayrıca ailesinin gücü, onun tedavisini yaptırmaya yetemeyebilir ve bir süre sonra, bu ağır yükün altından kalkamayıp tıkanıp kalabilirlerdi. En iyisi daha şimdiden yurt dışında tedavi olmayı düşünmeliydi. Bu doğrultuda bugünden yapabileceklerimizi yapmaya başlamalıydık. Bu konuda ona, bir biçimde yardımcı olabilirdik. Bu hem tedavisi hem de ailesinin ekonomik durumu açısından daha iyi olurdu. Hayır, diyordu, şimdilik yurt içinde tedavi görmeye çalışacak, bilahare yurt dışında tedavi olmayı düşünecekti...
     İnkılap, kanseri yeneceğini söylüyordu. Bu olanaksız değildi. Bunun örnekleri vardı. Babasının bir öğrencisinin kanseri yendiğini duymuştu. İnanç çok önemlidir, diyordu. Evet inanç çok önemliydi, ama her şey demek de değildi. O kanseri yenebileceği düşüncesine olağanüstü düzeyde bağlıydı ya da öyle görünmek istiyordu. Bilemiyorum...Hala, hangisi gerçekti, diye sorar dururum kendi kendime. Kanseri yenebileceği inancı vardı, ama sanırım ağır basan ikincisiydi. Bu ifadelerinde, gerçekte örtük bir biçimde yaşamak isteği vardı. Bunun yanı sıra bizlere ve özellikle ailesine moral verme çabası da söz konusuydu. Babasına moral verdiğine birkaç kez tanık oldum. Bir keresinde, babasına, İnkılap'ın durumunu ve tahliye olur olmaz ivedilikle yurt dışına çıkması gerektiğini bütün yalınlığıyla söylediğim için, beni eleştirmişti. Kendisinin değil, asıl ailesinin morale gereksinimi vardı. Öyle düşünüyordu. Onların moralini bozacak şeyler söylememeliydik.
     En son 16 Ekim 1988 günü gecesi 8.koğuşa geldi. Bizden sonra 9. koğuştaki bazı arkadaşlarla da görüşecekti. 17 Ekim günü, biz 33 gün sürecek ve Nazilli E Tipi Cezaevi'nde yenilgiyle son bulacak yeni bir SAG'ne başlayacaktık. Ona yurt içi ve yurt dışında pek çok yere gönderebileceği 'Biz can koyduk, siz el verin' başlıklı bir bildiriyi verdik. Bunu dışarıya çıkaracaktı. Bu son görüşmemizdi. Biz, yalnızca bu cezaevi'nde değil, sürdürdüğümüz yaşamımızda son kez görüşüyor olduğumuzu biliyorduk.
     21 Ekim günü sabahleyin, biz Nazilli'ye sevk olurken, o tahliye oluyordu. Cezaevi önünde sevk arabasına binerken, görebilir miyim diye, çevreye bakındım. Göremedim. Belki biraz önce gitmişti, belki de biraz sonra çıkacaktı...Bir daha da göremeyecektim. Biz direniş içerisinde yola çıkıyorduk. O ise, direnişimize destek çağrısı içeren bir bildiriyle ölüm yolculuğuna devam ediyordu. Artık onu gıyaben izleyecektim...
Mayıs 1990/Nazilli''


















1 yorum :

  1. Sakin, mütevazi arkadaşım, o,daima gülümseyen yüzüyle hafızamda.Yıllar yıllar öncesine sürüklendim bu yazıyla Sevgile,saygıyla anıyorum arkadaşımı...

    YanıtlaSil