2020.01.05.İNKILAP DAL'IN ARDINDAN
Bu yazı, Aydın E Tipi Kapalı Cezaevinden Nazilli E Tipi Kapalı Cezaevine sevk edildikten sonra,1990 yılında, dışarıdaki bazı Akhisarlı arkadaşlarımızın isteği üzerine daktilo ile pelur kağıda yazılmış ve cezaevi dışına çıkarılmış; ilgili arkadaşlara ulaştırılmıştı.
Devrimci mücadelede yer alan ve ölen arkadaşlarımız için geride kalan bazı arkadaşlarımızın ortaklaşa hazırladıkları bazı anı kitaplarında (İnkılap Dal bölümünde) bazı bölümleri yayınlanan bu yazım, yıllar sonra, İnkılap Dal'ın ailesi kanalıyla, yeniden gün yüzüne çıkmış oldu.
30 yıl aradan sonra yeniden gün yüzüne çıkan bu yazımı, orijinal hali altta olmak üzere, imla hatalarını da düzelterek blogumda yayınlamak, doğru olandı.
İNKILAP DAL'IN ARDINDAN
''Akhisarlı olan eşim ile 1977
yılında evlenmemden önce ve sonra birkaç kez Akhisar'a gitmiştim.
Bu gidişlerim sırasında iki tütün mitingine katılmış, o
dönemde birer kitle örgütlenmeleri olan ETÜS (Ege Tütün
Üreticileri Sendikası) ve TÖB-DER binalarına uğramıştım.
Buralarda ve yine Devrimci Gençlik- Devrimci Yol dergilerinin Ege
dağıtımının yapıldığı İzmir'deki Gençlik Kitabevi'nde ve
Emek Dağıtım'da, buralara dergi ve kitap almaya gelip giden pek çok
Akhisarlı devrimciyle tanışmıştım.
Devrimci yaşamımın 1976, 1977
ve 1978 yıllarını kapsayan bu ilk döneminde, Akhisarlı bir
Devrimci Yolcu olan İnkılap ile tanıştığımı anımsamadığım
gibi, adını da ilk kez 1987 yılı başlarında eşimden duydum.
Eşim, onun, 1986 yılı Ekim ayından beri tutsaklık yaşamımı
sürdürdüğüm Aydın E Tipi Özel Kapalı Cezaevi'ne sevk
edildiğini, tanıdığını, iyi bir insan olduğunu ve ilgilenmemiz
gerektiğini söylemişti.
İnkılap, bulunduğum cezaevine
ilk geldiği gün, o günkü cezaevi yönetiminin politikası gereği,
farklı bir koğuşa yerleştirilmişti.
Cezaevi yönetimi, ilk başlarda,
sevk gelen bütün devrimci tutsakları, yargılandıkları siyasi
davalarına bakmaksızın, büyük ölçüde kendi tasarrufu
dahilinde ve karışık olarak koğuşlara yerleştiriyordu.
Cezaevine yapılan ilk toplu sevk içinde gelenlerden birisi olarak,
ilk yerleştirildiğim 3. koğuşta PKK, KSD, TBKP, SVP, TDKP ve
Eylem Birliği davaları tutsakları olan devrimciler ile birlikte
kaldığımı anımsıyorum. Ancak bizler, yani ilk başlarda
gelenler, bir süre sonra, yönetimce gündeme getirilen bir koğuş
düzenlemesi sırasında, bir ölçüde de olsa, isteğe bağlı bir
yerleşimi gerçekleştirebilmiş ve biz Devrimci Yol davası
tutsakları 4. ve 8. koğuşlarda bir araya gelmiştik. Bu
düzenlemenin ardından ise, bir süre daha, yerleşim konusunda
yönetimin tasarrufu devam etmiş ve bu süre içerisinde sevk gelmiş
olan İnkılap, 3. ya da 5.koğuşta kalmaya başlamıştı.
Bu ilk anlarda, koğuşlar arası
geliş gidiş de mümkün değildi. Bu nedenle, farklı koğuşlarda
bulunan biz devrimci tutsakların görüşebilmesi, 15 günde bir
yapılan kapalı görüş günlerinde bir araya gelebildiğimiz
maltada ve görüş mahallinde olanaklıydı. İnkılap ile
tanışmamızın, görüşçülerimizin birlikte görüşe geldikleri
böyle bir günde gerçekleştiğini sanıyorum. İlk kez bir araya
gelip uzunca konuşabilmemiz ise, ilk iç görüşün yapılmasına
izin verildiğinde bütün devrimci tutsaklar olarak bir araya
geldiğimiz 3.koğuş havalandırmasında mümkün olabildi.
Aydın E Tipi Kapalı Cezaevi,
1986 yılı Ağustos-Eylül aylarında ilk açıldığında, Adalet
Bakanlığının ne 'vitrin'i ne de 'temerküz kampı' gibi bir
görünüme sahipti. Cezaevinde, ağırlıkla, ilk kez 'hizmete'
sunulan bir cezaevinde görülmesi olası uygulamalar geçerliydi.
Çok kısa bir süre sonra da, pek çok nedene bağlı olarak,
bakanlığın 'vitrin'i olma doğrultusunda evrilmeye başlamıştı.
İlk iç görüş, bu evrilmenin yaşandığı süreçte gündeme
gelmişti. Haftada bir gün yapılıyordu ve sayımız az olduğundan,
her defasında farklı bir koğuş havalandırmasında bir araya
geliniyordu.
Bu ilk iç görüş günü,
olanaklar ölçüsünde, İnkılap ile uzunca konuşmuştuk. Yine o
gün ona ve onun gibi yönetimce başka koğuşlara yerleştirilmiş
Devrimci Yolcu bazı arkadaşlara, bazı istisnalar dışında bütün
Devrimci Yolcu tutsak arkadaşlar ile birlikte bir araya gelerek
yaşama ve hareket etme düşüncemizi açmıştık.
Cezaevindeki hemen hemen bütün
devrimci tutsaklar, yoldaşlarıyla bir araya gelmek, yaşamak ve
hareket etmek eğilimindedirler. Olanak bulur bulmaz da bunu
gerçekleştirirler. Bu konuda Aydın ve Aydın'daki devrimci
tutsaklar bir istisna değildi. Burada da aynı şey söz konusuydu.
Cezaevine yeni gelenler, yönetimce farklı koğuşlara
verildiklerinde, eğer kendileri istiyor ve bir arada olan
arkadaşlarınca da isteniyorlar ise, yönetim ile konuşularak, bir
biçimde, yeniden yerleştirilmeye çalışılıyordu. Cezaevi
yönetimi de, kendince bazı nedenlerden dolayı, böyle bir
yerleşimi yeğlemeye başlamıştı.
İnkılap, bu düşüncemizi
olumlayan ve önerimizi hemen kabul eden arkadaşlarımızdan birisi
olmuştu. İki-Üç gün içinde de bulunduğum 8.koğuşa gelmişti.
Böylece, onun cezaevi yaşamının ikinci dönemi başlamış
oluyordu.
***
İnkılap'ın, ister istemez göze
batan ve ilgiyi üzerinde yoğunlaştırmaya neden olan çarpıcı
bir görünümü yoktu. O orta boylu, oldukça zayıf ve çelebi
görünümlü bir insandı.
İnkılap olumlu ya da olumsuz
anlamda adını önceden duyduğumuz ve büyük bir merakla tanışmayı
beklediğimiz, 'sivri' özellikleri olan bir arkadaşımız da
değildi. Devrimci Yol davalarının birisinde yargılanmış ve
yenice tutuklanmış devrimcilerden birisiydi, o kadar...
Onun en belirgin özelliği, çok
az rastlanır nitelikte içine kapanık olmasıydı. Bu kişiliğinin
doğal sonucu olarak,çevresiyle çok çabuk ilişkiler kuramıyor ve
var olan ilişkilerini geliştirip daha yakın ilişkilere
dönüştüremiyordu. Hem çok az kişiyle hem de senli benli düzeye
varmasına izin vermediği mesafeli ilişkiler kuruyordu. Yatakhane, yemekhane ve havalandırma üçgeninde geçen zor ve oldukça monoton
günlük cezaevi yaşamının her anında, çoğunlukla yalnız
olmayı yeğliyordu. Bu haliyle o, yaklaşılmaz ve anlaşılmaz
birisi olduğu izlenimini uyandırırdı.
Bu içine kapanık kişiliğini ne
zaman ve neden dolayı edindiği konusunda benim bir şeyler
söyleyebilmem mümkün değil. O kendini bildi bileli böyle bir
kişiliği olduğunu anımsadığını söylüyordu. Gerçekten de,
onun içine kapanıklılığının doğal bir görünüme sahip
olduğu, bir başka deyişle bazı insanlarda gözlendiği gibi,
kendince haklı ya da haksız nedenlerden kaynaklanan bir savunma
mekanizmasının ifadesi olmadığı söylenebilirdi. Bu nedenledir
ki, bir kirpi gibi içine büzülen ve bazı istisnalar dışında,
kendine yaklaşan ya da kendine zarar vereceğini düşündüğü her
insana her an oklarını fırlatmaya hazır sekter, saldırgan ve
tepkici tavırları olan çekilmez ve katlanılmaz bir insan değildi.
Bir tek kişinin bile bu anlamda ondan yakındığına ve yaka
silktiğine tanık olmadım.
İnkılap ile günlük yaşamın
ve yoldaş tutsaklar olmanın zorunlu kıldığının ötesinde
arkadaşça ve dostça daha yakın ve daha sıcak ilişki kurmak
olanaksız değildi. Ancak bunun yolu, onun yaklaşmasını
beklemekten değil, uygun bir biçimde onun iç dünyasına girip ona
ulaşmaya çalışmaktan geçiyordu. Bu yolla onu anlamak, onunla
içten ve karşılıklı güvene dayalı bir dialog kurmak mümkündü.
Maalesef, bunu, biz Devrimci Yolcular'dan ve dışımızdaki devrimci
tutsaklardan, benim de dahil olduğum çok az kişinin
başarabildiğini söyleyebileceğim.
Tanıyabildiğim kadarıyla
İnkılap girişken ve atılgan değil, sakin birisiydi. Sıcak kanlı
değil ama buz damı gibi soğuk ve yüzü asık birisi de değildi.
Onun içten, sevimli, seyrek ve kahkahasız bir gülüşü vardı.
İyimserdi. Yumuşak huyluydu. İçi
dışı bir olan insanlardandı.Yalan söylemezdi. İkiyüzlü,
hilekar ve çıkarcı değildi. Etliye sütlüye pek karışmaz,
gerekli gereksiz konuşmaz, ancak olaylara karşı ilgisiz de
kalmazdı. Yalnızca, kişiliği gereği, yaşam içindeki
tepkilerini kolay kolay dile getirmezdi. Çoğunlukla içine atardı.
Söylemek istediklerini söylediğinde ise düşündüklerini ve
doğru olduğuna inandıklarını dile getirirdi.
İşkencede çözülmeyen birisi
olduğu yollu duyumlarımız vardı. Ne ölçüde doğru olduğunu
bilmezdik. O bu konunun hiç sözünü etmezdi. Muhtemelen doğru
olan bu direnme tavrıyla övünüp durmazdı. O alçak gönüllüydü.
Konu açılsa bile gülümser ve önemsiz bir şeymiş gibi
geçiştirmek isterdi. O 'kahraman' değildi ve öyle sanıyorum ki,
olmak da istemiyordu. O yalnızca görevini yapmıştı.
Kendine özgüveni vardı. Hiç
bir konuda hiç bir kimsenin yardımına gereksinim duymaksızın
yaşamak ve kendi ayakları üzerinde yürümek istiyordu.
12 Eylül yenilgisi sonrasının
nesnel ve öznel koşullarında binlercemiz cezaevlerinde yaşamaya
çalışırken, o cezaevi dışında yaşam savaşı vermişti. Şimdi
'cezasının' infazını yatıyordu. Burada bizimle birlikteydi.
Cezaevindeki Devrimci Yolcuların alacağı her karar onu bağlardı.
Tahliye olduktan sonra ise örgütlü bir mücadelenin içinde
yeniden yer almayı düşünmüyordu. O dürüsttü. Şu an içinde
bulunduğu ve yaşadığı ortama uygun konuşup, kendi geleceğine
ilişkin düşüncelerini gizleyemezdi.
Dışarıya çıkınca yine
babasıyla birlikte maydanoz ekimiyle uğraşacağını söylerdi.
Yalnızca maydanoz ekimiyle uğraşan bir ailenin nasıl olup da
geçinebileceğini bir türlü anlayamazdım. Bence bu olanaksızdı.
Ama o deneyiminin beslediği inançla yeniden ve yeniden anlatırdı.
Bazılarımıza kıyasla oldukça
az kitap okurdu. Okuduklarının ağırlığını felsefe içerikli
kitaplar oluşturuyordu. Ancak okuması önerilen başka kitapları
da okuyordu. Dışarıda bir süre öncesine kadar çok daha fazla
kitap okuduğunu ve bundan dolayı evinde bir kitaplığı olduğunu
söylüyordu. Evinde bizim de gereksinim duyduğumuz ve temin
edemediğimiz bazı kitapları getirtmişti.
Bazılarımız gibi her gün ya da
olanak buldukça spor yapardı. Spor, cezaevindeki vazgeçilmez
uğraşılardan birisidir. Ancak o hem farklı bir saatte tek başına
yapardı hem de yalnızca koşmakla yetinirdi. Dikkatimi çeken şey,
yağmur altında da koşması ve her spordan sonra sıcak suyu
aramayıp, soğuk su ile de duş almasıydı. Yaz aylarında neyse,
ama Mart-Nisan aylarında soğuk su altına girmek herkesin harcı
değildi. Bunun olası olumsuz sonuçlarına dikkati çekildiğinde,
buna alışık olduğunu söylerdi. Onun vücudu dayanıklıydı ve
bir şey olmazdı.
Halbuki ayaklarındaki yaralar
belirgindi. Ona göre, bu yaralar dışarıda da çıkıyordu,
şimdilerde ise biraz artmıştı. Nedenini bilmiyordu. Doktorlar her
defasında farklı bir teşhis koyuyor ve farklı ilaçlar
yazıyorlardı. O ise, bunların hiçbir yararını görmüyordu.
Cezaevindeki birlikteliğimizin
özgül durumundan ve koğuşumuzun günlük yaşamından pek memnun
değildi.
İnkılap ile sınırlı bu yazı
çerçevesinde, bu birlikteliğimizin ve günlük yaşamımızın
ayrıntılı bir tartışmasını yapmam elbette mümkün değildir.
Ancak şu kadarını söyleyebilirim:
12 Eylül'ün nesnel, Devrimci
Hareketimiz'in öznel ve cezaevlerinin özgün koşullarında uzun
yıllar devam eden bir yaşamın, eğer bu yaşamı sürdüren
topluluk üyeleri biraz da becereksiz (ve yetersiz) iseler, her yıl
artan bir şekilde yoğun ve karmaşık olumsuzlukları üretmesi
kaçınılmazdı.
Burada üzerinde durulması ve
altı özellikle çizilmesi gereken olgu, 12 Eylüllü yenilgi
yıllarında yaşanan yaygın ve çok yönlü EROZYON'dur.
12 Eylül sonrası içine girilen
sürecin ilk başlarında, Devrimci Hareketimiz de yenilmişti. Bu
oldukça kolay bir yenilgiydi. Bu yenilgi sonucu devrimci mücadele
kesintiye uğramıştı. Devrimci Hareketimiz, yenilgi sırasında
dağıtılan merkezi yapısını yeniden ve daha güçlü bir biçimde
oluşturamamıştı. Binlercemiz tutsak durumuna düşmüştük.
İçinde yaşamak zorunda
bırakıldığımız koşullarda bizlere her şey yasaktı. Adeta
yapayalnızdık. Devrimci tutsaklar olarak omuzlarımıza yüklenen
yük ağırdı. Bu koşullarda her şeye rağmen doğru bildiğimiz
ve üretebildiğimiz ölçüde yaşamı yorumluyor ve direniyorduk.
Onurumuzu, değerlerimizi ve kimliğimizi korumaya çalışıyorduk.
Bütün ülkenin teslim alındığı bu dönemde, cezaevlerindeki
direniş bayraklarının gönderlerde hep dalgalandığını
söyleyebiliriz.
Aynı süreçte ise bütün ülke
halkımız gibi, hatta daha yoğun bir biçimde, bütün iletişim
araçlarından yöneltilen karşı-devrimci bir propagandaya maruz
kaldık. 12 Eylül öncesi dönemde yaşanan bütün olayların
sorumlusu olarak ilan edildik. Kamuoyu karşısında ve kendi
vicdanlarımızda mahkum edilmeye çalışıldık. Bu uygulamaların
doğal sonucu, karşı-devrim'in başarısı olarak yorumlanabilecek
bir EROZYON'da yaşamaya başladık. Bu yaşanan erozyon bedensel,
psikolojik, düşünsel, siyasal, sosyal...vb. çok yönlüydü.
Bilinçsizce ya da bilincinde
olunmasına karşın yaşanan bu erozyon, doğal olarak görülmesi
olası olumsuzlukları da geliştirerek, çarpıcı ve farklı
biçimlerde kendini gösteriyordu. 12 Eylül öncesinin en kitlesel
devrimci siyasi hareketinin mensupları olan ve özgülümüzde
oldukça kalabalık bir topluluk biçiminde yaşayan bizlerin günlük
yaşamında ise çok belirgin olarak gözlenebiliyordu. Öyle ki,
özgülümüz, benzer yerlerle kıyaslandığında, bu anlamda en uç
örneklerden birisi olarak kabul edilebilirdi.
Her birimiz Devrimci Yol
davalarının birisinde yargılanmıştık. Baştan beri tutsak
durumunda olan bazılarımız ve sonraki yıllarda tutsak durumuna
düşmüş olanlarımız hariç, hepimiz her türlü baskıya ve
yaptırımlara karşı direne gelmiştik. Birlikte yaşamış ve yine
birlikte yaşamaya devam ediyorduk. Belli bir gücümüz ve
örgütlülüğümüz vardı. Cezaevi yönetimi ve dışımızdaki
devrimci tutsaklar karşısında birlikte hareket edebilen bir
görünüme sahiptik. Gerçekte ise 'dışı seni, içi beni yakar'
denir ya, işte öyle, olması gerekenden çok farklı ve çok uzakta
bireysel ve kolektif bir günlük yaşamımız vardı. Olması
gerektiği gibi sıkı bağlarla birbirimize bağlanmış bireylerden
oluşan sağlıklı ve gelişmeye açık bir birlikteliğimiz
bulunmuyordu.
İstenilen çözüm, hiç
şüphesiz, bu cezaevi birlikteliğimizin ve günlük yaşamımızın
olması gereken doğrultuda evrilmesinin sağlanmasıydı. Ancak bu,
pek çok nedene bağlı olarak bir türlü olamıyordu.
Bu durumda böyle bir birliktelik
ve günlük yaşam içerisinde bulunan hiçbirimizin bu
olumsuzluklardan etkilenmemesi ve hatta isteyerek ya da gayrı iradi
bu olumsuzluklara şu ya da bu biçimde, şu ya da bu düzeyde
'katkı'da bulunmaması olanaksızdı.
İnkılap, hiç bir zaman
onaylamadığı ve belki bir-iki istisna kişiden birisi olarak hiç
'katkı'da bulunmadığı bu olumsuzluklara karşı çıkılmasını,
önceleri yadırgıyordu. Ona göre burası cezaeviydi. Bunlar
'doğal'dı. Zamanla aşılırdı. Ancak ilginçtir, önceleri
böylesi bir yaklaşım içerisinde bulunan İnkılap, bir süre
sonra bu olumsuzlukların etkisiyle de ayrılmayı ve başka bir
ortam içerisine geçmeyi yeğledi. Bu kararını vermeden önce hiç
birimizle tartışmadı. O kendi içinde tartışmış ve kararını
vermişti. Soranlarımıza, temsilci arkadaş ile konuştuğunu ve
ayrılış nedenlerini ona anlattığını söyledi.
Bu karar verme biçimi ve
ayrılması, hiçbirimizce yadırganmadı. Çünkü bunlar,
ağırlıkla, onun bilinen özgün kişiliğinin ve hiç gizlemeye
çalışmadığı kendisine ve geleceğine ilişkin düşüncelerinin
ürünü davranışlardı.
İçerisinde yer almadan önce ona
'çekici' gelen birlikteliğimiz ve günlük yaşamımız, içerisinde
yer aldıktan çok kısa bir süre sonra 'itici' gelmişti. Bu
nedenle, hiç tereddütsüz ve anında 'evet' diyerek geldiği
içimizden, geneldeki 'yargının' olumsuz olduğunu bildiği
örgütsüz- bağımsız kabul edilen tutsaklar içerisine gitti...
Artık onun cezaevi yaşamının
üçüncü dönemi başlıyordu.
***
1982-1986 yılları arasında
kaldığım Buca Bölge ve Şirinyer Askeri Cezaevlerinde, sol siyasi
tutsaklar arasında, Tek Tip Elbise uygulamasının ve Pişmanlık
yasasının gündeme getirdiği bir saflaşma yaşanmıştı. Bu
saflaşmanın ifadesi olarak Pişmancılar, Tek Tipçiler ve
Direnenler diye üçlü bir kategori oluşmuştu.
Aydın'da ise öne çıkan
saflaşma, örgütlüler ve örgütsüzler-bağımsızlar olarak
kabul edilen tutsakların birbirlerinden 'ayrışmaları' biçiminde
gözlendi.
Bir devrimci tutsak, yargılandığı
siyasi hareketinin mensubu olmaya devam ettiğini söylüyor ise
'örgütlü' birisi olarak kabul ediliyordu. 'Siyasi örgütlenme'
kavramının anlamından çok şeyler yitirdiği ülkemizde, bu
kişinin, algılana geldiği biçimiyle bile, siyasi hareketiyle
gerçekten bir ilişkisinin olup olmadığı, hatta bugün böyle bir
siyasi hareketin varlığını koruyup korumadığı ve faaliyetini
sürdürüp sürdürmediği...önemli değildi. Farklı düşünceden
pek çok devrimci tutsağın benzer durumda olduğu bu yaşanan
dönemde, beyan esastı. O kişi cezaevinde tek kişi olsa da 'siyasi
hareket'ti ve istiyorsa siyasi hareketinin cezaevi temsilcisi
olabilirdi. Bu hak, karşılıklı olarak, örgütlü kabul edilen
devrimci tutsakların çoğunluğunca birbirlerine tanınmıştı.
Bu konumda görülen devrimci
tutsaklar, sayısal durumlarına bağlı olarak ya aynı davadan
yargılanmış kişiler olarak ya da birbirlerine daha yakın
olduklarını düşündükleri/birlikte olmayı yeğledikleri siyasi
hareketlerin devrimci tutsaklarıyla birlikte aynı koğuşlarda
yaşıyorlardı. Bu koğuşlara 'örgütlüler koğuşu' deniyordu.
Pek çok nedenden dolayı
yoldaşlarınca birlikteliğe alınmayan ya da kendisi bunu
istemeyen, ancak çoğunlukla herhangi bir siyasi iddia da taşımayan
sol siyasi tutsaklar ise 'örgütsüzler-bağımsızlar'
kategorisinde kabul ediliyordu.
Örgütlü kabul edilenlerin
koğuşlarında yaşayanları yok değildi, ama bunlar ağırlıkla
ya yalnızca kendilerinden oluşan koğuşlarda ya da sayıları az
bazı istisnai siyasi hareketlerin tutsakları ile aynı koğuşlarda
yaşıyorlardı. Bu örgütlü kabul edilen siyasi tutsakların
bunlara karşı yaklaşımlarının biraz daha farklı olduğu da
söylenebilirdi, hiç şüphesiz.
Aykırı görüş savunan devrimci
tutsaklar da vardı, ancak örgütlü kabul edilenlerin çoğunluğu
bu örgütsüzler-bağımsızlar kategorisinde kabul edilenleri
'ikinci sınıf' tutsaklar olarak görüyorlardı. Bu tutsaklar hiç
bir konuda ve hatta bulundukları koğuşlarda bile çoğunlukla eşit
haklara sahip kişiler olarak kabul edilmiyorlardı. Sorunları
tartışan ve çözüm önerileri üretenler, cezaevi yönetimi
karşısında ve iç ilişkilerde temsil etme hakkına sahip olanlar,
yalnızca örgütlü kabul edilenler idi. Diğerleri ancak alınacak
kararlara uyabilirler ve gereğini yerine getirebilirlerdi. Örgütlü
kabul edilenlerin kabullenebilecekleri en uç nokta, bu insanların
görüşlerinin alınabileceğiydi. Bunun farklı 'teorik'
açıklamaları (!) yapılıyorsa da, öz aynıydı: Eşit konumda
kabul edilerek, pek sağlıklı olmasa da var olan karar alma
sürecine katılmaları...hiç bir zaman düşünülemezdi. Böyle
bir şeyin önerilmesi ve savunulması, örgütsüzlüğü
meşrulaştırmak ve özendirmek olurdu. Ayrıca, bunu başarmak
teknik olarak da olanaksızdı! Bunlar 'bitmiş' insanlardı! Elle
tutulur olanları çok azdı ve onlara da 'farklı' davranılıyordu!!
Bu yaklaşımın hem
teorik-politik olarak hem de pratikte doğurduğu olumsuz sonuçları
açısından yanlışlığını ortaya koymak mümkündü.
Her şey bir yana, bu tutsaklar,
bulundukları koğuşlarda istedikleri gibi yaşıyorlardı.
İstedikleri zaman yatıyor ve kalkıyorlardı. Çoğunluğunca,
bugün, bireysel yaşam esas ve kendi gelecekleri önemliydi.
Ekonomik anlamda kendi yağlarıyla
kavrulmak zorunda olduklarından, maddi durumları iyi ise rahat,
kötü ise sıkıntı içindeydiler, Bu durumda yalnızca karavanaya
talim ediyorlardı.
Zorlanmış ya da yeğlenmiş bu
yalıtılmış yaşam, örgütlü kabul edilirken ya da onlarla
birlikteyken gözlenmesi oldukça zor olabilen bazı eğilimleri, bir
yönüyle doğal olarak açığa çıkarıyor veya geliştiriyordu.
Bu nedenle bu koğuşlarda pek çok olumsuzluğa daha yoğun ve daha
belirgin bir biçimde tanık olunabiliyordu.
İnkılap bizim içimizden
ayrıldıktan sonra işte bu tutsaklar içerisine gitmiş ve onların
bulunduğu koğuşlarda yaşamaya başlamıştı.
İlk gittiği yer 5.koğuştu.
Sonraki süreçte, çeşitli nedenlerle gündeme gelen koğuş
düzenlemeleri sonucu, sırasıyla 8. ve 16. koğuşlarda da kaldı.
O, bu ortam içinde de dürüst,
içten ve çevresiyle mesafeli ilişkiler kuran içine kapanık
birisi olmaya devam etti. Etliye sütlüye yine pek karışmadı. Hiç
bir kimsenin onunla kişisel herhangi bir sorunu olmadı. Ondan
rahatsız olan da yoktu. Ancak o, bulunduğu bu koğuşların günlük
yaşamından da rahatsızdı. Buraları da onun için 'itici'ydi.
Kapımızın her zaman ona açık olduğunu biliyordu. Ama o farklı
seçenekler üzerinde duruyordu. Bu anlamda kabul etmeyi
yeğliyebileceği seçenekler ise, o günkü koşullarda, hiç yok
denecek kadar çok azdı. 5.koğuştayken 3'ü, 8.koğuştayken
12'yi, 16.koğuştayken 17'yi bazı nedenlerden 'daha yeğlenebilir'
yerler olarak düşünüyordu. Bu düşüncesine rağmen,
16.koğuştayken bir ara 17. koğuşa geçip yeniden geriye dönmeyi
yeğlemesi dışında, bu koğuşlarda yaşaması mümkün olamadı.
Kendisiyle ya da bulunduğu
koğuşu ile ilgili bir sorun olduğunda, temsilci konumdaki arkadaşla
ya da daha yakın ilişkisi olanlarımızla konuşuyordu. Biz
Devrimci Yolcu tutsaklar hala onun arkadaşları ve dostlarıydık.
Bizim kolektivitemizin alacağı kararların onu bağlamaya devam
edeceğini söylüyordu.
Ona ekonomik yardımda
bulunabileceğimizi söylüyorduk. Ama o kendi yağıyla kavrulmak
istiyordu. Bildiğim kadarıyla, yardım önerilerimizi pek kabul
etmedi. Yalnızca okumak isteyip de bulamadığı bazı kitapları
alıyordu.
O 5.koğuştayken haftada bir,
8.ve 16. koğuşlardayken her gün 08.00-24.00 saatleri arası
yapılabilen iç görüş sırasında çok sık olarak onun bulunduğu
koğuşa ya da aynı havalandırmaya çıkan koğuşa gidiyordum. Bu
ziyaretlerim bazen tek bazen birkaç arkadaşımla, bazen doğrudan
onun yanına bazen de başka bazı arkadaşların yanına konuk olma
biçimindeydi. Onun bizim bulunduğumuz koğuşlara ya da doğrudan
benim yanıma geldiği de oluyordu. Onun yanına, koğuşuna ya da
havalandırmasına gittiğimde uykudaysa uyandırırdım. Çay içer,
volta atar ve konuşurduk. Akhisar'dan, ortak tanıdıklardan ve
cezaevinde olup bitenlerden söz ederdik. Onun ağzından sözler,
dirhem dirhem çıkardı.
Bir ya da iki görüşte
görüşçülerimiz ile birlikte kısa bir süre için de olsa
bir araya geldiğimiz olmuştu. Bu bir araya gelişlerin birinde,
eniştesiyle çok eskiden ve Erzurum Atatürk Üniversitesinde
okurken karşılaştığımızı anımsadım.
Mayıs-Haziran 1988 Süresiz Açlık
Grevi, onu bu konumda ve 16.koğuşta yaşamını sürdürürken
buldu. Onun cezaevi yaşamının üçüncü dönemine, hem de
yaşamının final dönemini başlatacak biçimde son verdi...
***
Aydın E Tipi Özel Kapalı
Cezaevi'nin 'vitrin' döneminde 'yok' yoktu. Bakanlıkça ve
yönetimce bütün olanaklar tanınmıştı. Bu nedenle cezaevleri
içerisinde öne fırlamış ve 'çekim' merkezi olmuştu.
Bilincine yeterince varamadığımız
ve 'olması gerektiği' gibi değerlendiremediğimiz bu dönemin, bu
yazı çerçevesinde tartışılması olanaksız pek çok nedenden
dolayı, 1987 yılı sonlarına doğru başına çorap örülmeye
başlandı. Bakanlık bu 'vitrin' dönemine son vermek ve cezaevinin
yaşamında yeni bir sayfa açmak istiyordu.
Önceleri bazı hakları
tırpanlamaya yöneldiler. Sonra, 1988 yılı Mayıs ayında,
aradıkları bahaneyi buldular ve topyekun, bütün güçleriyle,
vahşice saldırdılar.
Mayıs ayı ortalarıydı. Dini
Ramazan bayramı dolayısıyla üç gün ama sancılı bir açık
görüş yapmıştık. Ertesi günü akşama doğru, faşistlerin
kaldığı ön blok ile örgütlü kabul edilenlerin bir kısmının
kaldığı ikinci blokun arasındaki üst maltanın çatısında,
nedeni hala bilinmeyen ve üzerinde pek çok spekülasyonun
yapılageldiği bir yangın çıktı. Yangın, hızla 2. ve 4.
koğuşların çatısına, oradan da PKK'lı tutsakların kaldığı
10. ve bizim kaldığımız 11.koğuşlara doğru yayıldı. Yangının
söndürülmeye çalışılması sırasında 2.ve 4. koğuşların
çatısında, tonlarca toprak olduğu görüldü. Yönetimce 'alarm'
verildi.
PKK'lı tutsaklar 10., 6. ve 14.
koğuşlarda kalıyorlardı. Bunlar, 6. koğuşun merdiven altındaki
boşluktan bir tünel kazmaya başlamışlar. Tünelin kazılması
sırasında çıkan tonlarca toprağı ise 10. koğuşun duvarını
delerek 2. ve 4. koğuşların çatılarına istif etmişler. Yangın
sırasında ortaya çıkan, bu topraktı.
O gece Foça'dan bir komando
taburu getirildi. Polisler yığıldı. Derhal çatı katları olan
10. ve 11. koğuşlar boşaltıldı. Operasyona başlandı.
Aynı gece tünelin nereden ve
kimlerce kazıldığı öğrenildikten sonra, yerleri değiştirilmek
istenip de buna karşı çıkan koğuşlardaki ve bir müşahede deki
devrimci tutsaklar dövüldüler. Zorla yerleri değiştirildi. Ama
asıl olarak PKK'lı tutsaklar ezildiler. Önce temsilci konumundaki
arkadaşları, cezaevinin yönetim binasında polis ve komandolarca '
sorguya' çekildi! Ardından, tüneli kazanlar 'suçlarını'
üstlenmelerine karşın, bütün PKK'lı tutsaklar komandoların
saldırısına uğradı. Öldüresiye işkence gördüler. Yerlerde
sürüklendiler. Kalabalık bir biçimde müşahedeye hücrelerine
kapatıldılar.
Operasyon, o gece dövülen ve
yerleri değiştirilen bütün tutsakların eşyalarının talan
edilmesiyle devam etti. Eşyalar maltalara yığıldı.
Olay, tam bir vahşetti. O gece
ölü çıkmaması mucizeydi.
Aynı gece sabaha karşı,
çoğunluğunu dayak yiyenlerin ve yerlerinden alınanların
oluşturduğu bir kısım tutsak, SAG önerdi. Sabahleyin de, geniş
bir katılımla eyleme başladılar. Biz Devrimci Yolcular ve arka
blokta kalanların çoğunluğu, bunu doğru bulmadık ve katılmadık.
Bizce, öncelikle saldırının
boyutunun bir bütün olarak kavranması gerekiyordu. Bu ise yapılmış
değildi. Bizim değerlendirmemize göre, saldırı ile ortaya çıkan
durum belirsizlikti. Bu belirsizlikte bir SAG değil, farklı eylem
biçimleri yaşama geçirilmeli, tepki ortaya konulmalı ve durumun
belirsizlikten çıkması beklenilmeliydi. SAG öneren ve akabinde
yaşama geçiren arkadaşlar ise, gördükleri işkence ve içine
itildikleri koşullardan hareket ederek, saldırının boyutunu tam
olarak kavrayamadan, bu durumun ortadan kaldırılmasına yönelik ve
hemen, etkili bir direnişin yaşama geçirilmesini düşünmüşlerdi.
Biz, bunu tepkici bir yaklaşım olduğunu düşünüyorduk.
Önerilen ve hemen yaşama
geçirilmeye başlanan SAG karşısında böyle düşünmemize karşın
var olan belirsizlik durumunda etkili olabilecek eylem biçimlerini
ne ölçüde üretebilmiş, genele önerebilmiş ve kabul edilmesine
çalışabilmiştik?
Biz yemek boykotunu önermiştik.
Bu arkadaşların SAG'ne başladığı özgül durumda, yalnızca
Devrimci Yolcu tutsaklar olarak, bu öngördüğümüz eylem biçimini
yaşama geçirmeye başlamıştık.
İki-Üç gün sonra, var olan
belirsizlik durumu, yönetimin yeni girişimlere yönelmesi sonucu
kendiliğinden aşıldı; yangın ve ardından ortaya çıkarılan
tünel nedeniyle gündeme getirilen karşı-devrimci vahşi saldırı,
her tünel, firar, isyan vb. girişimler karşısında gündeme gelen
ve bir yönüyle 'doğal' sayılabilen türden değildi. Yangın ve
tünel, aranan bahaneler olmuştu. Bakanlık, sahip olduğumuz bütün
haklarımızı gasp etmek, var olan koşulları alabildiğine
kısıtlamak, bu cezaevindeki yaşamımızı cehenneme çevirmek ve
'vitrin' olma durumuna son vermek istiyordu. Bu çerçevede, hiçbir
özel cezaevinde uygulama durumu bulunamayan Tek Tip Elbiseyi
dayatacağı anlaşılıyordu.
Cezaevi yaşamında yeni bir
dönemin başlatılmak istendiği bu anda, ne yapılmalıydı?
Gündeme gelen bu saldırı ve
başlayan SAG karşısında seyirci durumda kalmak, yönetimle
uzlaşma yolları aramak ya da hiç etkili olamayacak eylem
biçimlerine devam etmek, şu ya da bu biçimde teslimiyetçi bir
tavır içerisine girmek anlamına gelecekti. Bu saldırı
püskürtülmeliydi. Sahip olduğumuz bütün haklar ve içinde
yaşayageldiğimiz koşullar, en azından korunabilmeliydi. Bunun
yolu ise kitlesel, kararlı ve etkili bir direnişi yaşama
geçirmekten geçiyordu. Çok sayıda devrimci tutsağın SAG'ne
başladığı özgül durumda bu direnişin biçimi SAG'di. O halde,
başlayan bu SAG'ne bir biçimde eklemlenmek, ama amacını da
yeniden formüle etmek gerekiyordu. Bu yapılmadığı takdirde, bu
başlayan direniş kırılabilir ve karşı-devrimci saldırı
amacına ulaşabilirdi. Bunun ağırlıklı sorumluluğu da, sayısal
olarak en kalabalık olan bizlerin omuzlarında kalırdı...
Başladığımız yemek boykotunu
sürdürürken, iki-üç gün bu konuyu tartıştık. Tartışma
sonunda, çoğunlukla SAG'ne başlama kararı aldık. Başlayan
SAG'nin 7.gününde, bir biçimde bu direnişe eklemlendik. Direnişe
eklemlenmemiz, başlayan direnişi güçlendirdi. Karşı-devrimin
kolay başarı umuduna ağır bir darbe vurdu. Bizim ardımızdan,
destek eylemleriyle yetinen ve hatta bir süre buna devam eden arka
bloktaki tutsakların bir kısmı da SAG'ne başladı. İnkılap bu
grubun içindeydi. O 14. günde SAG'ne başladı ve direnişin
başarıya ulaşıp sonuçlandığı ana kadar 17 gün devam etti.
Kan kanseri teşhisi konulmasa da
hasta olan ve Ekim 1988 tarihinde tahliye olacağı için az cezalı
kabul edilen İnkılap'ın, bu SAG'ne mutlaka katılması
gerekmiyordu. Gerçi, örgütlü kabul edilen bazı siyasi tutsaklar,
SAG de dahil bütü AG'lerine ve bütün eylemliliklere (ölüm orucu
hariç), bazı ağır hastaların ve az cezalıların dışında,
mutlak bir biçimde herkesin katılması gerektiğini savunuyor,
kendi arkadaşlarını sokuyor ve katılmayanlara karşı belli bir
tavır alıyorlardı. Pek çok riskin göze alınmasını ve var olan
bütün gücün ortaya konulmasını gerektiren bazı anlar dışında
savunulması halinde sekter ve olası olumsuz sonuçları beklenen
yarardan daha çok olan bu yanlış yaklaşımın, tutsaklar üzerinde
psikolojik bir baskılanma yarattığı doğruydu. Bu nedenle, biz
Devrimci Yolcu tutsaklar, ilk kez bu direnişin tartışılması
sırasında, bu sorunu da tartışmıştık. Tartışma sonucunda,
çoğunlukla, bu yanlış anlayışı mahkum etmiş, SAG'ne sağlığa
ve infaz durumuna yönelik olası olumsuz sonuçlarını dikkate
alarak, hasta ya da az cezalı arkadaşlarımızın
katılmayabileceklerini kararlaştırmıştık. Eylemliliğin
başladığı sırada da bizden ayrı bir koğuşta bulunan
İnkılap'ın, bu kararımızdan haberdar olmadığı ve doğal
olarak, eyleme başlama kararı verirken, bu yanlış yaklaşımı
göz önünde bulundurduğu söylenebilir. Ancak, çok kısa bir süre
sonra tahliye olacak İnkılap'ın, bu kısa sürede, bu olası
baskılanmayı göğüsleyebileceğini düşünmüş olabileceği de
söylenebilir.
Burada, İnkılap'ın bu eyleme
neden katıldığını ortaya koyabilecek kanıtlar; onu tanıyanların
kanıları, onunla eylem sırasında ve sonrasında konuşanların
tanıklıkları, asıl olarak ise, varlığından pek çok kişinin
bir biçimde haberdar olduğu, babasına yazdığı mektubudur. Bu
mektup, onun kaleminden ve onun açısından, bu nedenleri ortaya
koyan tek yazılı ve tartışma götürmez belgedir. Bu nedenle
önemlidir.
Bence o, direnişe neden olan
olaylar ve başlayan direniş karşısında, çokça gözlenen bir
olayı, kendi içinde hesaplaşmayı yaşadı. Bunun sonucu, hiç
yitirmediği dürüst, onurlu, namuslu ve olaylar karşısında
duyarlı olan kişiliği, onun bu direnişe katılmasını
gerektirdi. Lenin 'Biz bir kişiyi... eylemlerine göre yargılarız.'
der. O, bu tavrıyla başlattığı kendi içindeki evrilmeyi, başka
tavırlarıyla da devam ettirecek ve bir DEVRİMCİ olarak
ölecektir...
İnkılap'a kan kanseri teşhisi,
bu direnişin sonuçlanmasından sonraki bir muayenesinde konuldu.
Benim tanıdığım ve birlikte olduğum devrimciler arasında,
İnkılap, bu trajik durumu ikiliyordu. Daha önce, 1984 yılı
Mayıs- Haziran aylarında Buca Bölge Cezaevi'nde yaşama
geçirdiğimiz 30 günlük SAG sonrasında da, Muammer Özdemir
yoldaşımıza, direnişi kırmak için gönderildikleri Şirinyer
Askeri Cezaevi'nde siroz teşhisi konulmuştu.
SAG'leri, insanda kalıcı
rahatsızlıklara yol açmasının yanı sıra, vücudu çok zayıf
ve dayanıksız duruma düşürdüğü için var olan rahatsızlıkları
ilerletir, yaşamsal duruma getirir ve tartışılmayacak bir biçimde
gözler önüne serer. Muammer'de ve İnkılap'ta olan buydu.
Cezaevlerinde, bakanlığın ve
diğer bütün yetkililerin demagojilerinin aksine, insanların
sağlığıyla yeterince ilgilenilmez. Pek çok hastalığa üstünkörü
bir muayeneden sonra çoğunlukla ya yanlış ya da 'psikolojik'
teşhisi konur. Bazı ilaçlar yazılır ve insanlar baştan savılır.
Bu tavır kasten ya da görevlendirilen doktorların
yetersiz/yeteneksiz olmalarından dolayı böyledir. Bu nedenle
cezaevleri, insan yiyen birer canavardır.
İnkılap'a önceden kan kanseri
teşhisi konulabilirdi. Şimdi ise oldukça geç kalınmış
bulunuyordu. Sonraki süreçte yaşanılanların anlamı da onun
bilerek ölüme terk edilmesiydi.
***
İnkılap, önce, kan kanseri
şüphesiyle Aydın Devlet Hastahanesine sevk edildi. Orada kan
kanseri teşhisi konulduktan sonra, aynı gün olmasa da revire
geçti. Mikroptan arındırılmış bir yerde yaşaması gerekiyordu.
Revire geçmesiyle, onun cezaevi
yaşamının dördüncü ve son dönemi başlamış oluyordu.
Kısa bir süre içinde Buca Bölge
Cezaevi'ne sevk oldu. Ege Üniversitesi'nde ya da İzmir Devlet
Hastanesinde yeniden muayene olacak ve tedavisi yapılacaktı. Ama
öyle olmadı...
Buca Bölge Cezaevi'ne varınca,
İnkılap için öngörülen koşullara uygun bir yer olmadığından,
revir olarak kullanılan ve her türlü hastalıktan yaran
mahkumların kaldığı koğuşa verdiler.
Buca Bölge Cezaevinden İzmir
Devlet Hastahanesi'ne gönderdiler. Ege Üniversitesinde mahkumlar
koğuşu yoktu ve bunun için orada muayene ve tedavi olacaktı. Aynı
gün yatırdılar. Tedavisine başlandı. Ama hastahaneye yatırılan
mahkumların güvenliğinden sorumlu subay ve astsubaylar, orada uzun
süre yatmasına karşı çıkmaya başladılar. Zaten ona
ayrıcalıklı davranmışlar ve bir ay'dan çok kalmasına izin
vermişlerdi. Başkaları onun kadar da 'şanslı' değillerdi. En çok
bir-iki hafta kalıp, yeniden geldikleri Buca Bölge Cezaevi'ne
götürdüler. Mahkumların durumu söz konusu olunca doktorların
değil, askerlerin sözü geçiyordu!
Doktorlar, mahkeme kanalıyla
tahliye olabilmesi için gerekli olan 'Hayati tehlike var; başka
koşullarda tedavisi gerekir.' içerikli bir rapor vermeyi
reddettiler. Nasıl olsa Ekim ayında tahliye olacaktı ve o zamana
kadar ölmezdi...
Yeniden getirildiği Buca Bölge
Cezaevi yöneticilerinin yapabileceği bir şey yoktu. Onlar
hastahaneye sevk etmekle yükümlüydüler ve bunun gereğini yerine
getirmişlerdi. Artık orada kalamazdı. Çünkü onların mahkumu
değildi. Geldiği Aydın E Tipi Özel Kapalı Cezaevi'ne dönmeli ve
orada tedavisini sürdürmeliydi. Peki bu mümkün müydü? Bunu
bilemezlerdi ve zaten bu onların sorunu da değildi!!!...
Başka mahkumlar ile birlikte
normal sevk işlemine tabi tutulduğundan, uzun ve dolambaçlı bir
yolculuktan sonra Aydın'a, tedavi için yola çıktığı ilk
noktaya döndü. Artık, revirdeki yaşamını sürdürecek ve
tahliye olmayı bekleyecekti!..
Onun revirden ayrılması,
bizlerin yanına gelmesi ya da bizlerin onun yanına gitmesi, sağlığı
açısından sakıncalıydı. O bunun bilincindeydi. Ama yalnız
yaşamak da zordu. Ayrıca o ve bizler, kısa süre sonra
birbirimizden ayrılacağımızı düşünüyorduk. Bu ayrılığın
sonsuza dek sürmesi de olasıydı. Bunun için bazen biz onun yanına
giderdik, bazen de o bizim yanımıza gelirdi.
Mayıs-Haziran direnişinde, gasp
edilmek istenen haklarımızın tamamına yakınını korumayı
başarmıştık. Ancak kısa bir süre sonra yönetin değişmiş ve
bakanlıkça özel olarak görevlendirilen Savcı Nural Uçurum ile
birinci müdür Soner Köstereli göreve başlamışlardı. Bu ikili,
büyük bir uyum içinde çalışarak, sahip çıktığımız
haklarımızı adım adım yeniden gasp etmeye yönelmişlerdi. Bu
gasp operasyonunun sonuçlarından birisi olarak, direniş sonrasında
haftada bir yapılabilen iç görüşü tamamen ortadan kaldırdılar.
Böylece, onun yanına konuk gidebilmemiz sona erdi.
Her gün ya da belli aralıklarla
değişecek şekilde bir kişi İnkılap'ın yanında refakatçi kalabilirdi. Ama hayır, yönetim buna izin veremezdi. Tüzük buna
uygun değildi. Onlar ise tüzüğün dışına
çıkamazdı!..İnkılap'ın durumunu biliyorlardı. Yalnızca
ellerinden bir şey gelmiyordu. Bunun yerine, biraz da biz
direttiğimizden, İnkılap'ın her gün ve her saat istediği bir
koğuşa konuk gitmesine izin verebilirlerdi. TV kapanınca revire
dönsün, yeterliydi.
İnkılap, sırasıyla, konuk
olmak istediği koğuşlara gidiyordu. Oralarda TV izliyor, gazete
okuyordu. Sohbet ediyordu. Direniş sonrası bir kısım Devrimci
Yolcu arkadaşımla birlikte kaldığım 8.koğuş, en çok geldiği
yerlerden birisiydi.
Siroz hastalığına yakalanan
Muammer Özdemir arkadaşımız için yapabildiklerimizi az çok
biliyordum. Koşullar biraz daha kısıtlı olmasına karşın, asıl
olarak, ilk kez böyle bir durumla karşılaştığımızdan, adeta
el yordamıyla ve karınca adımlarla bir şeyler yapabilmiştik.
Yapabildiklerimiz, yapabilecek olduklarımızın çok altında
kalmıştı. Hipertansiyondan Ankara'da yatan Ahmet Çetin
arkadaşımız için çok az şey yapabildiğimizi de biliyordum. Bu
iki yoldaşımız, bizler her gün ölüm haberlerini duyma korkusunu
yaşarken, gözlerimizin önünde ölüp gitmişlerdi.
Bu iki arkadaşımız, her şeye
rağmen belki yine ölebilirlerdi. Ama bu, bizim yeterince çaba
sarf edemediğimiz ya da belli bir noktadan sonra çaresiz kalışımız
gerçeğini değiştirmiyordu. İnkılap, gözlerimizin önünde ölüm
yolculuğuna çıkan üçüncü arkadaşımız oluyordu. Önceki iki
olayda yaşadıklarımız bize yol gösterici olmalıydı. Yoksa
boşuna yaşanılmış olurlardı. Bu kez İnkılap yanımızdaydı.
Koşullar da daha elverişliydi. Ne kadar geç kalınmış olursa
olsun, yapılabilecek her somut ve anlamlı şeyin bir yararı
olabilirdi.
Ailesinin çabalarının yanı
sıra, bizler de demokratik bazı kuruluşları ve kişileri durumdan
haberdar ediyorduk. Demokratik kuruluşlar, kişiler, partiler, basın
vb... ağırlıklarını koymalarının yanı sıra, bunlar
aracılığıyla sorun kamuoyuna duyurulmalıydı. Kamuoyu en
sağlıklı bir biçimde bilgilendirilmeliydi. Kamuoyunun harekete
geçirilmesine çalışılmalıydı. Çünkü, İnkılap'ın
hastalığı, yalnızca onu ilgilendirmiyordu. Bu olay, 12 Eylül
döneminin ve cezaevlerinin ürünüydü. Bu ülkede ve cezaevlerinde
insana verilen değerin bir göstergesiydi. Bir başka deyişle,
toplumsal bir sorundu. Toplum bu sorunun ağırlığını üzerinde
hissetmeli ve İnkılap'a sahip çıkmalıydı. Olayın bu boyutu
ihmal edilmemeli ve gözden kaçırılmamalıydı. Her şeye rağmen,
belki, İnkılap'ı da kurtaramayabilirdik. Ama bu yapılacaklar ile
benzeri olayların yenilenmesini önlemeye katkıda bulunabilirdik.
Bunlar bugünden bu doğrultuda atılmış somut ve anlamlı adımlar
olabilirdi. Muammer, Ahmet ve İnkılap'ı izleyecek olası yeni
olaylar yaşanmamalıydı. Bu bile başarılabilirse, yapılacakların
çok büyük anlamı olurdu... Olay karşısında duyarlılık ve
çaba gerekiyordu... Seyirci kalmak olmazdı...
Koğuşumuza geldiği günlerin
birisinde, bu çabalara katkıda bulunabilmek anlamında, basına bir
haber yazacağımı söyledim. Kabul etti. Kısaca, hastalığıyla
ilgili yaşadıklarını anlattı. Anlattıklarından hareketle
'Siyasi mahkum olmak, ölüme terk edilmek için yeterli midir?'
başlıklı uzun bir haber yazdım. Okudu. Bu haber metnini, annesi
ve babasıyla birlikte çektirdiği bir fotoğrafını ekleyerek,
tahliye olan bir arkadaşla çıkardık. Fotoğraflı bu haber
metninin, en azından Nokta dergisine verildiğini ve onların da
ailesine telefon ettiğini öğrendim. Ama arkası gelmedi... Belli
ki, o aşamada, İnkılap'ın ölüm yolculuğu, Nokta başta olmak
üzere 'basınımız' için önemli ve tiraj getirecek bir haber
değeri taşımıyor olmalıydı.
Ona birkaç kez, hastahanede
yatarken, babasının, özel af yetkisini kullanması için
Cumhurbaşkanına başvurma önerisini neden reddettiğini sordum. Bu
soruyu pek çok arkadaşı da soruyordu. Evet o, bu öneriyi hiç
düşünmeden reddetmişti. Evren, işkencelerden geçirtip tutsak
durumuna soktuğu bir devrimcinin babasının özel af başvurusunu,
hem de seve seve kabul edebilirdi. Ama o, neden bir Askeri Faşist
Cunta liderinden af istesindi?..Peki onun bu tavrında, kısa süre
sonra çıkacak oluşu etken miydi? O soruna asıl olarak bu açıdan
yaklaşmıyordu. Onun için ayları bırakın, saatlerin bile
yaşamsal önemi vardı. O onurlu bir insan ve devrimciydi. Ne bu
onurundan, ne de bu kişiliğinden vazgeçebilirdi. Karşı çıkışının
asıl nedeni buydu.
İnkılap babasından saygıyla,
annesinden sevgiyle ve kardeşlerinden güvenle söz ederdi.
Onunla, tahliye olduktan sonraki
tedavisi üzerine de konuşurduk.
O Türkiye'de tedavi
görebilmesinin mümkün olduğunu duymuştu. İyi de Türkiye'de
tedavi görmek çok parayı gerektiriyordu. Evet o bunun
bilincindeydi. Peki ailesi bu tedavi için gerekli parayı
bulabilecek miydi? Evet, ailesi onun için her şeyi yapardı. Ona
Türkiye'de olması gerektiği gibi tedavi olamayacağını, devrimci
olmasından dolayı hastahanelerde doktorların yeterince
ilgilenmeyeceklerini söylerdik. Ayrıca ailesinin gücü, onun
tedavisini yaptırmaya yetemeyebilir ve bir süre sonra, bu ağır
yükün altından kalkamayıp tıkanıp kalabilirlerdi. En iyisi daha
şimdiden yurt dışında tedavi olmayı düşünmeliydi. Bu
doğrultuda bugünden yapabileceklerimizi yapmaya başlamalıydık.
Bu konuda ona, bir biçimde yardımcı olabilirdik. Bu hem tedavisi
hem de ailesinin ekonomik durumu açısından daha iyi olurdu. Hayır,
diyordu, şimdilik yurt içinde tedavi görmeye çalışacak,
bilahare yurt dışında tedavi olmayı düşünecekti...
İnkılap, kanseri yeneceğini
söylüyordu. Bu olanaksız değildi. Bunun örnekleri vardı.
Babasının bir öğrencisinin kanseri yendiğini duymuştu. İnanç
çok önemlidir, diyordu. Evet inanç çok önemliydi, ama her şey
demek de değildi. O kanseri yenebileceği düşüncesine olağanüstü
düzeyde bağlıydı ya da öyle görünmek istiyordu.
Bilemiyorum...Hala, hangisi gerçekti, diye sorar dururum kendi
kendime. Kanseri yenebileceği inancı vardı, ama sanırım ağır
basan ikincisiydi. Bu ifadelerinde, gerçekte örtük bir biçimde
yaşamak isteği vardı. Bunun yanı sıra bizlere ve özellikle
ailesine moral verme çabası da söz konusuydu. Babasına moral
verdiğine birkaç kez tanık oldum. Bir keresinde, babasına,
İnkılap'ın durumunu ve tahliye olur olmaz ivedilikle yurt dışına
çıkması gerektiğini bütün yalınlığıyla söylediğim için,
beni eleştirmişti. Kendisinin değil, asıl ailesinin morale
gereksinimi vardı. Öyle düşünüyordu. Onların moralini bozacak
şeyler söylememeliydik.
En son 16 Ekim 1988 günü gecesi
8.koğuşa geldi. Bizden sonra 9. koğuştaki bazı arkadaşlarla da
görüşecekti. 17 Ekim günü, biz 33 gün sürecek ve Nazilli E
Tipi Cezaevi'nde yenilgiyle son bulacak yeni bir SAG'ne
başlayacaktık. Ona yurt içi ve yurt dışında pek çok yere
gönderebileceği 'Biz can koyduk, siz el verin' başlıklı bir
bildiriyi verdik. Bunu dışarıya çıkaracaktı. Bu son
görüşmemizdi. Biz, yalnızca bu cezaevi'nde değil, sürdürdüğümüz
yaşamımızda son kez görüşüyor olduğumuzu biliyorduk.
21 Ekim günü sabahleyin, biz
Nazilli'ye sevk olurken, o tahliye oluyordu. Cezaevi önünde sevk
arabasına binerken, görebilir miyim diye, çevreye bakındım.
Göremedim. Belki biraz önce gitmişti, belki de biraz sonra
çıkacaktı...Bir daha da göremeyecektim. Biz direniş içerisinde
yola çıkıyorduk. O ise, direnişimize destek çağrısı içeren
bir bildiriyle ölüm yolculuğuna devam ediyordu. Artık onu gıyaben
izleyecektim...
Mayıs 1990/Nazilli''
Sakin, mütevazi arkadaşım, o,daima gülümseyen yüzüyle hafızamda.Yıllar yıllar öncesine sürüklendim bu yazıyla Sevgile,saygıyla anıyorum arkadaşımı...
YanıtlaSil