2021.01.30.CEZAEVİ YAZILARI-40: BAZI (KİŞİSEL) MUHASEBE NOTLARI-2(*)
CEZAEVİ YAZILARI-40: BAZI (KİŞİSEL) MUHASEBE NOTLARI! (2) (*)
15 Eylül 1989 günü 'isteyenin istediği koğuşa geçebilmesi' çerçevesinde yapılan koğuş düzenlemesi sonrası gönüllü olarak kalmaya başladığım 12. Koğuş, TKP-B'den olduğunu ve onu temsil etmeye devam ettiğini söyleyen bir kişi hariç, geçmişlerinde farklı sol siyasi davalardan yargılanmış ama bilahare (cezaevi öncesi ya da cezaevine girdikten sonra) bir biçimde kendi başına, 'bireysel' olarak yaşamaya karar vermiş arkadaşlardan oluşuyordu.
Aynı avluya çıktığımız karşı 8. Koğuşta ise, yargılandıkları ve halihazırda savunmaya devam ettiklerini söyledikleri siyasi hareketleri temsil ettikleri varsayılan arkadaşlar kalıyorlardı.
Bu koğuşta kalan ve 'örgütlü' olarak tanımlanan arkadaşlar, benim kaldığım 12. Koğuştaki (keza diğer koğuşlardaki) 'örgütsüz-bağımsız' olarak tanımlanan arkadaşları 'eşitleri' olarak görmüyorlardı ( ki, bu yaklaşım, içimizde aykırı düşünceler dile getirenlerimiz olmasına karşın, öteden beri, Devrimci Yolcu mahkumlar için de geçerlidir); onlar, 'örgütlü' olmaları hasebiyle etken ve karar verme hakkına sahiptiler. 'Örgütsüz-bağımsız' olanlar ise, nedenleri ne olursa olsun, o an bulundukları konum itibarıyla, cezaevi ile ilgili alınacak kararların alınma süreçlerine birer özne olarak katılamazlardı; onlar, ancak 'örgütlü' arkadaşlarının alacakları kararlara uyabilirlerdi. Bu, 'örgütsüz-bağımsız' olmayı özendirmemek açısından, böyle olmalıydı...
8. koğuşta kalan bu 'örgütlü' arkadaşların bana karşı yaklaşımları ise biraz farklı idi; hem Nisan ayı sonu Mayıs ayı başlarında gittikleri AG sırasında cezaevi yönetimince kendilerine uygulanan şiddete karşı kişisel bir tavır koymam hem de içlerinden geldiğim DY'cu (her iki kesimdeki) arkadaşlara karşı eleştirel bir mesafemin bulunması nedeniyle, beni diğer 'örgütsüz-bağımsız' arkadaşlar ile aynı konumda değerlendirmediklerini söylüyorlardı.
İşte, bu 12. Koğuş (**), benim için, artık huzur bulabileceğim koşullara, büyük ölçüde sahipti.
“...Yahu, ben, çok değiştiğimi düşünüyorum. Evet, beni ben yapan bazı özelliklerim-huylarım hala duruyordur, bu anlamda, külliyen 180 derece değiştiğimi iddia etmiyorum. Ama son 4 yılda, korkunç değiştim, evrildim ve bugünkü halime geldim. Çok sarsıntılı oldu, ama, olumlu bir gelişme olarak değerlendiriyorum. Sanırım, yıllardır, nesnel olarak ayrı olmamıza karşın ve bunun, çok büyük bir olay olduğunu bimeme karşın, öyle sanıyorum ki, pek çok konuda uyuşacağız. Uyuşamadığımız noktalarda, ya sizler bana, ya da ben sizlere 'vize' vereceğiz. Bir kez de olsun onu deneyeceğiz ve ondan sonra, o konuyu yine tartışacağız. Bazen, kötü bir adım, 'hiç'ten, yani aynı yerde sayıp durmaktan daha iyidir. Yaşadıklarımdan çıkardığım, budur. Bir konuda iyice eminsek, o başka. Ama o zaman bile, karşıdakini ikna etmenin yolu, pratikte göstermekse, bunu denemek mümkün... Artı, bir ölçüye kadar da, dostlarımızla, diğer sevdiklerimizle ilgili. Karşımızda olanlarla, bu temelde ilişki kurulmaz. Bu, yıkım olur. Çünkü, onun ikna olma diye bir sorunu yoktur. O, sonucu, belki de bile bile öyle diretiyordur. Ama, bizimle sınırlı olan alanda, nitelik farkı vardır, olmalıdır. Bakış ve değerlendirme farklıdır. Öyle olmalıdır. Birbirimizi kazanmak, ikna etmek, değiştirmek, dönüştürmek, eğitmek, kendisini aşmasını sağlamak... esastır. Esas olmalıdır. Biz, birbirimizin hatalarına, ne kadar büyük olursa olsun, karşımızdakilerin hatalarından daha farklı bakmak zorundayız. Daha bağışlayıcı, daha hoşgörülü, onda, kendi rolünü de sorgulayıcı, sorunun kaynağına inici ve çözücü olmak zorundayız. Kestirip atıcı, tavır alıcı, tepkici, misillemeci, cezalandırıcı değil...” (1) (8.10.1989)
“...Bunu yazarken aklıma bir şey geldi: Bazı insanlarımız, bir şeyi yaptılar mı, en iyisini yaptıklarını söylüyorlar. Böyle olmalı. Teorik olarak, buna katılıyorum. Ama bu, bazı koşulları gerektirmiyor mu? Olanaklar, yetenek, beceri... gibi. Yani, bir şeyi mükemmel düzeyde düşlemek ve istemek, hatta bunun için çaba sarf etmek başka bir şeydir. Buna ulaşabilmek daha başka bir şeydir. En iyisini yaptığını söylemek, nesnellikten öteye, öznel bir saptama olduğu ölçüde, bunda bir öğünme, bir kendine yontma, bir kendini aldatma...seziyorum. Her konuda. Kişinin kendini beğenmesi, mutlaka gerekli. Yaptıklarını da. Ama, olay, biraz bundan öteye gibi. Ne bileyim, bir çeşit, Narsizm. Narsizm'in ne olduğunu biliyorsundur; kendini beğenme, hastalığı... Yanılmanın da başlangıcı...”(2) (15.10.1989)
“... Ben değil yalnızca, bizim kuşak biçimciliği, ilkellikleri, feodallikleri... geride bırakacak bir bilgi ve deney birikimine sahip oldu. O yanlış, bu yanlış deyip yasaklar koymaktan öteye, yaşanan yaşamın gerçekliğinde ama alternatiflerini yaratarak yaşamayı ve yaşamı değiştirmeye çalışmayı öğrenmiş olmalıyız. Karı-koca her türlü filmi izleme, her şeye gülebilme, gezebilme... olayını gerçekleştirmek durumundayız. Bu yozlaşma, bu 'olması gerekenden' ayrılma değildir. Bu, tam aksine, her şeyi yerli yerine oturtmadır. İnsan, bırak karısıyla, çocuklarıyla değil, her dostuyla her şeyi konuşup tartışamıyorsa, burada bir eksiklikten bahsetmek gerekiyor. Ve bunu, gidermek gerekiyor. Bu konuda, oldukça cesur düşüncelerim var. Bir şeyi aşmak için biraz da fütursuz olmak gerekir. Sonra normale dönülebilir. İlk andan korkmamak gerekir. O, bir yerde olması gerekendir....” (3) (18.10.1989)
“...Bilirsin, insanlar, evlenmeden önce sevgilidirler. Duygular ve ilişkiler biraz farklıdır. Evlenince, karı-koca olurlar. Bazıları, evlenince aşk biter, alışkanlıklar başlar, der. Bir yönüyle doğal bir şey bu. Ama buradan çıkması gereken sonuç, buna rıza göstermek değil, buna karşı savaşmak olmalıdır. Bence, yanılgı burada. İnsanlar, bir yönüyle doğal olan şeyi, tamamen doğal bir şey kabul ediyorlar. Ona karşı savaşmayı gereksiz görüyorlar. O noktada da tükeniyorlar. Sevgi, ölmeye başlıyor. Halbuki, sevgi de yeniden ve yeniden üretilmeli. Bunun için, her şeyin alışkanlıklar haline getirilmesine karşı çıkılmalı. Ve bu başarılmalı. O zaman, belki ilk anki gibi değil, ama daha bir başka anlamı olacak şekilde duygular, sevgiler korunabilir, devam ettirilebilir. Sorgulamak gerekiyor, her şeyi sorgulamak gerekiyor. Aksayan ne? Hasta olan ne? Ölen ne? Atılması gereken ne? Neye gereksinim var? İnsan, birbirini düşündüğü anda bile heyecanlanabilmeli. Duyguları yoğunlaşabilmeli. Yüreği, davul gibi ses verebilmeli. Bunlar başarılabilmeli...” (4) (23.10.1989)
“...Dün, yeni dergi ve kitaplar gelmişti. Şu Emeğin Bayrağı, Özgürlük Dünyası ve Yeni Çözüm'ü okurken, beni hafakanlar basıyor. Yeni Demokrasi de öyleydi, sonraları, biraz düzelmeye yöneldiler. Seviyesiz-basit-demagojik-sekter bir dilleri var. Kafa karışıklıkları ve ruh halleri, yazdıkları yazılara aynen yansıyor. Böyle politika olmaz ve bu seviye ile, bu dille bir yerlere varılmaz. Yeni Öncü grubu, bölünmenin, hem de çok yönlü bir bölünmenin eşiğinde. İşçi Dünyası'nın yayınına son vermişlerdi. Şimdi her türlü güncel pratiğin dışında, yoğun bir iç tartışma yürütüyorlar. Hikmet Çetinkaya'nın, Aydın (Eskişehir) açlık grevi ile ilgili kitabı gelmiş. Cumhuriyet'te yayınlanmış hangi yazılarını aldığını bilemiyorum. Bugünkü gazetelerde, 20 küsur yayınevinin ortak yayınladığı 'Kara Kitap: Ölüme Sevk' (***) adında yeni bir kitabın ilanı vardı. O da aynı konuyla ilgili. Bu yayınlar, çok iyi oluyor. Olay, bütün sıcaklığı ile tarihe havale ediliyor...” (5) (11.11.1989)
“...İnsan, kendisine, olanaklar elverdiğince bakmalı. Buna, görümüm de dahildir. Burjuva olmamak, yani kendini meta haline getirecek ve özü yok edecek şekilde olmamak kaydıyla, insanın görünümünü düzeltmesi, bence yanlış değil. Artık, o ilkel ve biçimci devirler geride kaldı. Yani her kadın birer Nastassia Kinski güzelliğine, her erkek birer Alain Delon yakışıklılığına ulaşabilecekse, neden ulaşmasınlar ki? Bu, birbirlerine yaptıkları iyilik olur. Sorun, bunun nasıl ve niçin kullanılacağındadır. Metalaşma, budur. Karşı çıkılması gereken, budur. İleride, tüm kozmetik sanayi, tüm estetik bilimini... herhalde berhava etmeyeceğiz? Yani, insanlar, daha iyiyi ve güzeli isterken, ilkel çağlara dönelim demek istemiyorlar...dır?...” (6) (22.11.1989)
“... ...'e yazdığım mektupta, onun özel ve birliktelik yaşamındaki gelişme üzerine, çoğul takısı kullanarak, özetle, şöyle yazdım: Bunca yaşananlardan sonra, biz, bu konunun, yalnızca tarafları ilgilendirdiğine inanıyoruz. Biz, olumlu ya da olumsuz olacak sonuca saygılıyız. Özel yaşamın özelliği, gereken ilgiyi görmelidir. Taraflardan birisi ya da ikisi yardım istemediği sürece, şu veya bu gerekçeyle dışarıdan birilerinin karışmasını doğru bulmuyoruz. Hiçbir işe yaramıyor, aksine her şeyi daha berbat ediyor. Olsa olsa, bir dost, arkadaş, akraba vb. olarak önerilerde bulunulabilinir, temennilerde bulunulabilinir. Ki, bunlar dikkate alınsın alınmasın, olay, tamamen tarafları ilgilendirir ve dışındakilere, sonuca saygı duymak düşer. Yalnızca, özünde sevgi olan birlikteliklerin – ki olması gerekir-, oluşturulurken ve sona erdirilirken çok düşünmek gerektiği söylenebilir... Bunların birlikteliklerinin nasıl sonuçlanacağını bilemiyorum. Ama, birlikteliklerin kolayca sona erdirilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Sona erdirilmez mi? Erdirilir. Aksi halde, feodal bir aile kurumunun savunuluşuna yuvarlanılabilinir. Ben, bu işin çocuk oyuncağına dönüştürülmesine karşıyım. Bunca deneyimden sonra, özellikle bu sorunun, çok ciddi ele alınması gerektiğini düşünüyorum. Öyle ki, bu birliktelik, tarafların, birbirlerini alçaltmayacakları varsayımıyla, birbirlerine yönelik, birbirleri için pek çok şeyi göze alabilmelerini, pek çok özveride bulunabilmeyi, sınırsız bir sevgi ve saygıyı içermelidir. Feodal ve bir anlamda iş ilişkisi niteliğinde olan burjuva evlilikleri aşabileceğimizi savunuyorsak, hazır bir reçetenin olmadığı bu konuda, her ikisi dışında bir olayı gerçekleştirebilmeliyiz. Bu birliktelik, sonsuz bir huzur, güven ve yaşam kaynağı olabilmeli. Toplumun temeli, bu anlamda 'özü' olabilmeli...” (7) (26.11.1989)
“...Son görüşten sonra aklıma takılan ve öncesinden beri sorgulayıp durduğum bir konuda yazmak istiyorum. Sanırım, yıl başında da yüz yüze konuşuruz. Şu konuda haklı olduğunu düşünüyorum; insanlar, alçaltıldıklarını, aşağılandıklarını, küçük düşürüldüklerini düşündükleri, onurundan taviz verdiklerini sandıkları konularda- bu, gerçekten böyle olsun ya da olmasın ve bir kuruntudan ibaret bulunsun-, kesinlikle o işi yapmazlar. Kimse de, onlardan, o işi yapmalarını istememelidir. İnsanlar, böyle düşünmedikleri, yani yüceltildiğini düşündükleri konularda her şeyi göze alırlar ve gönüllüce/isteyerek/her türlü özveride bulunarak işe girişirler.
İstemedikleri konularda insanları zorlamak, ısrarlı olmak, karşıdaki insanı yaralıyor. Belleğinde iz bırakacak şekilde sarsıyor. Duyarlı kılıyor. Sanırım, içinde bir şeyler kırılıyor, dağılıyor ve yok oluyor. Buradaki sorun, o konudaki düşüncenin değişmesidir. Bu olmuyorsa eğer, yapılacak bir şey yok demektir. Bilinir, geçtiğimiz 9 yıl boyunca, TTE (Tek Tip Elbise) politikasına karşı tavır alışımızın nedeni, bunu bir onur sorunu yapmamızdı. Bu uygulama ile alçaltıldığımızı ve küçültüldüğümüzü düşünmemizdi. Ve biz, bu uygulama konusunda, her şeyi boşa çıkarıcı bir karşı çıkış içine girdik ve sonunda, başarılı olan da, biz olduk.
Sanırım, insanlar, bu konuda yeterince düşünceli davranmıyor. Özellikle erkeklerde, davranışları, tabiri caizse, 'En el hak', yani 'Tanrı benim' düşüncesi yönlendiriyor. Birinin, söylem düzeyinde, 'erkek egemen' düşüncesine karşı çıkması yeterli olmuyor. Bir sorunun, olayın vb. benim açımdan nasıl değerlendirildiğinin önemli olmadığı, yani yeterli olmadığı, karşısındakinin de nasıl değerlendirdiğinin önemli olduğu yeterince kavranamıyor. Halbuki, çözüm, olması gerekenin, yani iki tarafın, aynı olayı ayrı değil, aynı şekilde değerlendirmesinden; bir başka deyişle, iki tarafı yönlendirecek çakışmanın sağlanmasından geçiyor. Bu, her konuda kolay olmayabilir, ama başka yolu da yok. Hiç şüphesiz, buradaki aynileşme'den kasıt, karşı tarafın, boyun eğme temelinde 'okey'lemesi değildir. Bunu savunmak mümkün değil. Aksi halde, daha bugünden, karşı çıktığı söylen(il)en bir düşüncenin gönüllü savunucusu haline gelmek mümkün...” (8) (8.12.1989)
8-15-18-23 Ekim, 11-22-26 Kasım, 8 Aralık 1989/Nazilli
30.01.2021/Datça/Mehmet Erdal
(*) Toplam olarak 11 yıl 7 ay 10 gün 'yattıktan' (!) sonra Özal'ın 1991 yılı 1 Ağustosunda çıkardığı 'İnfaz Yasası' ile 'özgürlüğüne' kavuşanlardanım. Cezaevi sonrası, özet olarak, önce 'Albüm' üreten iki arkadaşımın yanında çok kısa bir süre kaldım ve ardından 'Pazar'a yöneldim; ilk başlarda, ('eski solcu' bazı arkadaşlarımın bugün geldikleri noktada bir 'aşağılama' ifadesi olarak kullandıkları) 'Pazarcılığı' bir süre yaparım ve sonrasına bakarım, sanıyordum; yanıldım. Bilfiil, 25 yıl boyunca, bata çıka, (İzmir'den Datça'ya kadar) pazarları kovaladım. 2017 yılı Kasım ayı sonunda, 'yeter artık' baskıları (!) sonucu da fiilen bıraktım. Sonrasında, olanak buldukça veya gerektikçe yazmaya ve yazdıklarımı İnternet ortamında paylaşmaya başladım.
Paylaştığım yazılarımın 'DATÇA, PAZAR YERİ, MARMARİS' ve devam eden 'CEZAEVİ YAZILARI' başlığı altında toplananları, özü itibarıyla, benim, bugünden geriye doğru yaptığım yolculuğumun bir boyutudur.
Bu başlıklar altında toplananlar, kısmen ya da baştan beri okuyanların tanık olduğu üzere, adı geçen dönemlerde yazdığım ve halihazırda devam eden kişisel 'yol' öykümün geride kalan dününün somut kanıtları olan yazılardır. Bir başka deyişle, bu yazılarımı merak edip okuyanlara bakın, diyorum, ben, yürümeye devam ettiğim yolumda, şu tarihlerde, şu koşullarda şu nedenlerle şunları şunları yazmışım, yayınlamışım; yazmışım, okunsun diyerek, birilerine yollamışım; yazmışım ve tarihe not olarak düşülsün diyerek bir kenara koymuşum vs... Buyurun, okuyun!
Ayrıca, bilinmelidir ki, bundan iki (2) yıl önce bir nedenle yazdığım şu düşüncelerim, benim bütün paylaşımlarım için de geçerlidir:
'...İstisnasız bütün insanların, yaşadıklarını ( o yaşadıklarını yaşamaya başlamadan önce aksi doğrultuda bir taahhüdü yoksa), yaşadıklarının üzerinden ne kadar süre geçerse geçsin, istediği zaman ve istediği biçimde, sözlü veya yazılı olarak başkalarıyla paylaşma hakkı vardır; bu hakkı tartışmak, 'olmayacak bir iş'tir.
***
Yaşadıklarını başkasıyla paylaşan kişinin/kişilerin, o yaşanılan zamana, koşullara ve konuma dönme ve o andaki gibi düşünme ve hareket etme olanağı madden olanaksız olduğundan, bu paylaşılanlardaki dolaylı (anlatımda saklı olan) ya da doğrudan 'yorum'un 'nesnel' değil; paylaşımı yapmaya başladığı andaki yer, zaman, koşul, konum ve neden/nedenler çerçevesinde 'öznel' olduğu (yazan ve dinleyenler/okuyanlar tarafından) kabul edilmelidir.
***
Bu paylaşımı yapanların, neden o an ( hangi an ise) ve o biçimde (hangi biçimde ise) bu paylaşımı yaptıklarını (soran olsa bile) açıklayıp açıklamama hakları vardır; bu tamamen o kişilere dair bir haktır.
Bu paylaşımı dinleyen, okuyan veya duyan herkesin ise bunları sorma ve yanıtlanmasını isteme, yanıt alamaz ise 'yorum yapma' hakkı vardır; bunun aksi savunulamaz.
Paylaşımı yapan, bunun bilincinde olarak bu paylaşımı/paylaşımları yapacaktır...' (04.11.2018/Bknz:http://mehmeterdalyazilar.blogspot.com /YOL'DA YAŞANILANLAR ÇERÇEVESİNDE YAZILANLAR ÜZERİNE/Datça)
(**)
(2) (3) (4) (5) (6) (7)
(8)
"Tanrı benim"ifadesi yazıda"El hak" olarak söylenmiş.Dogrusu"En el hak" olmalı diye biliyorum...
YanıtlaSil