17 Ekim 2020 Cumartesi

2020.10.18.CEZAEVİ YAZILARI-25: OLMASI GEREKEN HEP YARINDADIR...YARIN DAHAKİ YARINDADIR

  Hiç yorum yok

 

     CEZAEVİ YAZILARI-25: “...OLMASI GEREKEN, HEP YARINDADIR...YARIN, DAHAKİ YARINDADIR...”

     Eğer yapabilirsem, bir gün, "Cezaevi Yazıları" başlığı altında yayınladığım bu yazılar gibi, aynı ya da benzer bir formatta, 1981 yılı Nisan ayı (12 Eylül sonrası Denizli Kapalı Cezaevine girişim) ile 1991 yılı Ağustos ayı (1 Ağustos İnfaz yasası ile Nazilli E Tipi Özel Kapalı Cezaevinden tahliye edilişim) arasındaki süreci, siyasi bir tutsağın gözünden anlatmak, istiyorum. Bakalım, zaman ne gösterecek? Yaşayıp, göreceğiz!

     Şimdi, 1988 yılı Mart ayından, geldiğimiz noktadan, devam ediyoruz.

     ...OLMASI GEREKEN, HEP YARINDADIR...YARIN, DAHAKİ YARINDADIR...”

     “... Şenay anlatıyordu: Halil (*) dışarıdaki yaşamla uyuşamıyormuş. Kadınlar bile, üzerime üzerime geliyor gibi, diyormuş. Yol verip, yolu açıyormuş. Halbuki, mapusta, bir volta atma vardır ve kimse kimsenin voltasını kesemez. Dışarıdaki sizler, insanın bu çok doğal hakkına bile saygı göstermiyorsunuz, galiba...Ne kadar kötü. Cezaevinde, kabul et veya etme, biri konuşurken, dinlemek zorundasındır. Dışarıda, ne kendini dinletebiliyormuş, ne de kimseyi dinliyormuş. Ve kendisini, bir eve kapamayı düşünüyormuş. Yakında çıkması olası bir arkadaş, 'dinledikçe, moralim bozuluyor' diyordu. Aile ile, eski-yeni dostlarla, yakın ve toplumsal çevre ile sayısız, onlarca sorun çıkacak ve hepsi sil baştan edilip, çözülmeye çalışılacak. Çok eskiden birlikte olan ve yıllarca sonra cezaevine düşen bir tanıdık, ilk geldiğinde, 'sizi unuttular' dediğinde, nasıl büyük bir tepki ile karşılandığını, anlatıyordu. Bizde, hala 80'de düşmenin gerçekliğini kabul edememe var. Bu, çıkanın başına bela olabilecek. Biz, 80'lerin nesnel ve öznel koşullarını arayacağız, karşımızda, 88'lerin veya her ne zaman çıkarsak, o zamanın nesnel ve öznel koşulları olacak. İkisi arasındaki çelişkinin ortadan kaldırılıp, çıktığımız ana eklemlenmek, kolay olmayacak. Hiç kolay olmayacak. O kadar çok, çıkan ve aynı duyguları anlatanlar var ki, artık, çıkana kabahatleri yüklemek yerine, gerçeği kabul etmek gerekiyor. Örn: Çıkan dergilerde, hala, dışarıda iken alıştığımız söylemi arıyoruz. Bulamayınca, elimizin tersiyle bir kenara itiyoruz. Halbuki, aynı özü, yeni koşullara uygun biçimlerle yeniden üretebilmeyi başarmalı ve bunun zorunlu-gerekli olduğunu kavramalıyız. Dogmatizm veya bir başka ifadeyle, tutuculuk, tam bu noktada açığa çıkıyor. Her şeyi reddetmek ne kadar tehlikeli ise, bu tutuculuk da o kadar tehlikelidir. Gün geçtikçe, cezaevlerinde uzun yıllar yatan insanlar üzerinde, böyle gittiği var sayımı ile, umudumu yeniden sorguluyorum. Dört duvarı aşmak veya dışarıdaki taze yaşamı içeriye doldurup, baharın taze-diriltici başlangıcını yeniden yaşatabilmek, kolay olmayacak. Halbuki, başka bir yere akmayan suda yaşam, biter. O su, ölür. Ölüdür.” (1)

     “... 8 ve 18 Mart'lar gelip, kapıya dayandılar. 8 Mart, Dünya Emekçi Kadınlar günü ve o gün, ortak, anlamlı bir şeyler yapalım, dedik. Önceleri, 'Kadın sorunu mu?' denilip, dudak büküldü. Ama ısrar edildi. Artık, önemli-önemsiz konu ayırımı olmayacağı, bilinmeli. Özellikle, yaşamı örgütleyen iki cinsten birinin konumunun ve o cinsle ilişkilerin ele alınması veya en genelinde, bizce, kadın-erkek ilişkilerinin nasıl olması gerektiği konusu, önemsiz değil, tam aksine önemli, hem de çok önemlidir. Evli, bekar. Bugüne kadar, bu konu üzerinde yeterince, hatta hiç durulmaması, bugünkü öznel durumun ortaya çıkmasını doğurmuştur. Pek çok şey gibi, bu konuda da, kız-erkek, insanların, olması gereken anlayışa ulaşmaları ve olması gereken ilişkileri karşılıklı kurup-geliştirmeleri, kendiliğinden ve gökten bir vahiy inerek olabilecek bir şey değildir. Bu, bir eğitim ve dönüşüm sorunudur. Yani, iradi ve toplumsal bir olaydır. Öyleyse, bunun gerekleri yerine getirilmelidir. Getirebildik mi? Hayır. Şimdi, 8 Martların, bu konuda, somut bir adım atılabilmesi anlamında kutlanmasının yadsınması, boşuna değil. Ama aşacağız. Aşmak zorundayız...” (2)

     “...9 Mart'ta 'Kadın' konusunda bir söyleşi düzenledik. Yani, kadınları, kadınların dışında tartıştık. Kadınların, yani sizlerin, izlemesini isterdim. Feodalizm, olursa bu kadar, bu koşullarda böylesine yeniden üretilirdi. Feminizm vb. de ne imiş? Tamam, Feminizmin, bugünkü mevcut toplumda olumlu bir işlevi var ve bu, olması gereken değil, veya ben böyle düşünüyorum. Ama bu, dünden beri her şeyin mükemmel olduğu anlamına gelmiyor ki...Bana göre, dün bizim yarattığımız bir birikim vardı ve bu birikim, demokratik kadın hareketi şeklinde, olması gereken bir çizgiye kanalize olamadı. Yani, dün yapılması gereken, demokratik bir kadın örgütlenmesine yönelmek ve demokratik bir kadın hareketi yaratmaktı; olmadı. Bu, bugünden yarına olması gerekiyor. Bu yapılamadığı sürece, feminizm vb. adlar altında, beğensek de beğenmesek de, kadınların kendi özgün çabaları gündeme gelecektir. Kadınlar çalışmadan, kadınların sorunları çözülmez. Bunu kabul edeceğiz. Erkekler, kadınlar adına ahkam kesmekten vazgeçmeli(yiz). Gel de, sağlıklı bir tartışma yürüt ve olumlu bir adım at, anlamlı bir şeyler üret. Iıııhhh... Bazen, koyuver gitsin, diyorum, kendi kendime...Ama yanlışlar, doğru adı altında öylesine fütursuzca üretiliyor ki, duramıyorsun. Anlatıyorsun, ardından 'şeytan' kovalamaca ayinleri başlıyor! Bir arkadaş, kadınlara anlatsan, hiç biri inanmaz, bizim bu ilkelliklerimize, diyordu. Burjuva değer yargılarının egemen kılınamadığı bir toplumda feodal değer yargıları, yeniden ancak bu kadar üretilir. Halbuki feodal, burjuva ve hatta sosyalist ahlak ve değer yargıları... hiç biri kalıcı değil. Hepsi geçici. Hepsinin, toplumsal gelişimin belli bir anında belli bir anlamı var. Çağ değişince, dünde kalacak olanı, yeniden üreterek tarih sahnesine çıkamazsın. Bu, dünde yaşamak olur. Halbuki, olması gereken, hep yarındadır... Yarın, dahaki yarındadır... Bu, çok doğal. Bu, olaylara, diyalektik bakabilmek oluyor. Feodalizmi veya tutuculuğu, bugünkü koşullarda yeniden üretenlerimizin, giderek yaşamdan kopacakları kehanetinde bulunmak, zor olmasa gerekir. Öylesine açık ki...” (3)

     “...18 Mart da, Paris Komünü'nün 117. yıl dönümü. Genellikle, Komün olayı, bizim insanlarımız arasında, pek bilinmez. Adı bilinir de, tarihteki yeri ve teori açısından önemi bilinmez. Bu konuda çalışmaya başlamadan önce, ben de bilmiyordum. Sonra bir baktık ki, ahaa... Bugün bile tartışılan pek çok şeyin temeli, bu Komün hareketidir. Üsdat, boşuna, 'Üzerinde yükseldiğimiz temeldir.' dememiş. Sosyalizmin inşa sorunları ve özellikle proletarya demokrasisi sorunları tartışmasında ilk çıkış noktası, Komün olmak zorundadır.

     Bugün, Ekim Devrimi veya 70 öncesi Dev-Genç gibi, Paris Komünü'nün de yeniden 'keşfedilmesinin' nedeni vardır. Türkiye sol hareketi, dününü sorguluyor. Dünya ölçüsünde, teoride, Gorbaçov'la başlayan ve yoğunlaşarak gelişen bir tartışma var. Türkiye'nin gündeminde, 'Nasıl bir demokrasi?' tartışması var. Yani bizler, Türkiye halkına, nasıl bir demokrasi öneriyoruz? Bunun yanıtı, proletarya demokrasisi olduğu ölçüde, ikinci bir soru gündeme giriyor ve yanıtlanması gerekiyor. Nasıl bir proletarya demokrasisi? Bunu, 'Nasıl bir sosyalizm?' şeklinde de anlayabiliriz. Yani, soyut 'sosyalizm', bir şey anlatmıyor. İnsanlar, bugünden görmek ve anlamak istiyorlar. Bir başka deyişle, sosyalizm, yarının sorunu olarak değil, bugünden yarına kurulacak ve geliştirilecek bir sorun olarak görülmelidir. Onun, bugünkü yaşamımızda da bir anlamı vardır. Sosyalizm, özünde, ne yalnızca bir iktidar sorunudur, ne de iktidar sorunundan öte bir olay. Veya, siyasi insan, salt politika ile düşüp kalkan değil, politikaya çok büyük önem veren, ama yaşamın, politikadan öte yönlerinin olduğunu da bilen insan, olmalıdır. Olmalıdır, diyorum, çünkü, olabilmek kolay değil. Bu, bir anlamda, eksikliğin giderilmesi olarak da yorumlanabilir. Bu eksiklik giderilemediği ölçüde, hata oluyor. İşte,... pek çok şeyin, ama özellikle proletarya devletinin örgütlenişini, teorik düzeyden pratik düzeye ilk aktaran, Paris Komünü'dür. Bizim önerdiğimiz D. Komiteleri'nin (yarının Halk Komünleri'nin) atası, Komün'dür. Bucak, anlamına geliyor. Tamamen, seçimle seçilen yöneticilerden oluşuyor. Yerel birim düzeyinde, yöneticileri halk seçiyor. İl ve ülke düzeyinde, halkın seçtiği delegeler seçiyor. Ama tüm yöneticilere karşı, istisnasız, mutlak bir güvensizlik var. Bir gün, onların, kendilerini seçen halktan yabancılaşıp, halka karşı bir güç oluşturmaya çalışacakları (Bugün, bürokratların, halktan uzaklaşıp, halka karşı bir güç oluşturma sürecine girdikleri Sovyetler de olduğu gibi.) konusunda, mutlak bir güvensizlik duygusu var. Bunun için de, tüm yöneticiler, halka karşı sorumlu ve her an hesap vermekle yükümlü kılınıyorlar. Halk, kendi seçtiği yönetici veya delegenin yaptığı işlerden memnun olmazsa veya kendine hizmet ettiğini görürse, derhal, onu görevden alıyor. Buna, 'Emredici vekalet sistemi' deniyor. Gerçek bir proletarya demokrasisini sahtesinden veya burjuva demokrasisinden ayıran temel kriter de, bu oluyor. Bu sisteme, doğrudan demokrasi ya da proletarya demokrasisi, sen, buna, Sosyalist-Halk Demokrasisi de diyebilirsin, deniyor. Yöneticilerin en fazla ücretleri ise, bir işçinin en yüksek ücreti ile eş oluyor. Parlamento, burjuva parlamentosundan farklı oluyor. Yalnız yasama görevi ile değil, yasama ve yürütme görevi ile yükümlendiriliyor. Yani, parlamento üyeleri (Sovyetler'de Yüksek Sovyet Şurası, Çin'de Halk Kongresi, Küba'da Ulusal Konsey vb.) hem yasa çıkaracaklar, hem çıkardıkları yasaların sonucunu denetleyecekler ve hem de halka hesap verecekler. Öz olarak böyle ifade edebildiğim bu demokrasi anlayışı, halka sunacağımız ve bugünkü politik düzenin/var olan 'sosyalist' ülkelerin alternatifi olan demokrasidir. Var olan 'sosyalist' ülkelerin çoğunda, bu yeni düzenin içeriği soğurtulmuş ve geriye bürokratik bir devlet aygıtı kalmıştır. Bütün bu deneylerin üzerinde, bütün bu deneylerden dersler çıkararak, kendi toplumumuzu kuracak olan bizler, doğrudan demokrasinin ne olduğunu öğrenmek, bilmek ve nerede bulunursak, orada yaşama geçirmek zorundayız. Koşullar, bu demokrasinin biçimini belirler. Öz, aynıdır ve kesinlikle yok olmaz. Kitleler, bundan taviz vermez. Üsdatlarda, kitleye duyulan mutlak ve tartışılmaz bir güven, kendini çok açık gösteriyor. Memurları ve tüm yöneticileri, işçiler ve hizmetliler; halkı da, bir işverene eş görüyor. Bu, çok önemli bir olay. Halk, senin patronunun yetkileri ile donanınca, iktidarın gerçek sahibi olduğunun farkına varıyor. Bu nokta, çok önemli. Kendilerine, devrimciyim, diyen ama halka güvenmeyen, tepeden inmeci anlayışlara sahip görüştekilerin, panzehiri oluyor. İşte bundan dolayı, bizim D. Komiteleri önermemiz, dışımızdakilerin turnusol kağıdı görevini görüyor. Her şeyi, meydana çıkarıyor. Evet, canım, bugün, halkımıza, demokrasi tartışmaları içinde, tam da bu demokrasi anlayışını sunacağız. Doğrudan demokrasiyi savunmak liberalizmdir, diyen arkadaşlar, aslında, sosyalizmi, yani kendilerinin uğruna savaştıkları toplumsal düzeni reddediyorlar. Cahillik gibisi yok!...

     Çok mu uzun anlattım? Gerekliydi. Şimdi, bu mektubu yazarken yaptığım çözümleme, 18 Mart'ın konusunun çözümlemesi. Kaç gündür, deli gibiyim. Aklımda fikrimde bu vardı. Tanju (**), 1988 T. Sorunları yıllığındaki yazısının bir yerinde, sorunların kavranılması sürecinin, en uzun zamanı alan süreç, olduğunu, yazıyordu. Öncelikle, bir sorun, düşünce planında çözümlenmeli. Bu, işkenceli uzun bir zaman, demek. Bazıları, doğuma benzetir. Çözümleme tamamlandıktan sonra, gerisi kolay... “ (4)   (Aydın/06-13.03.1988)” 

     18.10.2020/Datça

     Mehmet Erdal

  1. 13.03.1988 tarihli mektup.

                                                                    

  2. 06.03.1988 tarihli mektup


  3. 13.03.1988 tarihli mektup

                                                                            

  4. 06.03.1988 tarihli mektup

                                                                         

     (*) Halil Beytaş: Aydın'lı Şenay, Şerife ve Halil Beytaş kardeşlerin, en küçüğü. Oral Çalışlar, bir dönem birlikte yattığı Halil ile uzun bir söyleşi yapmış ve bu söyleşi ile 1987 yılı Yunus Nadi birincilik ödülünü, kazanmıştı. Şenay ve Şerife kardeşler, farklı yıllarda girdikleri sınavlarda İTBF'yi (Ege Üniversitesi'ne bağlı İktisadi ve Ticari Bilimler Fakültesi) kazanmışlar ve orada okumuşlardır. Tanışıklığımız, bu okuldaki öğrencilik yıllarından ve bilahare bir dönem birlikte yürüdüğümüz Yol'daki arkadaşlığımızdan gelir. (İnternette bulabildiğim üç ayrı baskısı)




     (**) Mehmet Tanju Akad. (Daha önce de yazmıştım; Tanju Akad'ın şimdilerde nasıl bir duruş sergilediği ayrı bir konu; o yıllarda, şahsen ben, onun yazılarından çok yararlandım. Bu gönderme de, bunun yazılı kanıtıdır.)

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder