2021.04.17.CEZAEVİ YAZILARI-52: ÇAVUŞLAR VE KIZILDERİLİLER!
CEZAEVİ YAZILARI-52: ÇAVUŞLAR VE KIZILDERİLİLER!
“... Çanakkale'de DS'cular Ali Akgün'ü öldürmüşler; duymuşsundur. Bu Ali, Elazığlı olan birisi. Yüzyıl'da PKK'lıların, 'Mücadele'de DS'cuların açıklamasını okudum. 'Yüzyıl'da, oradaki bütün siyasi grupların açıklamasını ve Ali'ye sahip çıkmasını içeren bir de ilan vardı. İktidar, buralarla bizleri ezmeye ve yok etmeye çalışıyor; yeterince başarılı olamıyor. Ama, bu yetmiyormuş gibi, kendi içimizde de, biz birbirimizi öldürüyoruz. Rezillik bu... Burjuva hukukunun tam olarak uygulandığı ülkelerde bile, insanlara, kesin deliller olmadan hiç bir ceza verilmiyor; hele, deliller yasalara ve ahlaki kurallara uygun elde edilmemişse, delil olarak bile kabul edilmiyor. İnsanları yargılarken çok daha gelişmiş bir hukuk anlayışı ile hareket etmemiz gerekirken, insanların onlarca yılı içeren geçmişlerini bir çırpıda karalayıveriyoruz, insanları ağır bir biçimde kolayca suçlayıveriyoruz ve sonra da yok ediyoruz... Bunun savunulacak bir yanı yoktur. Ali'nin ailesi, şimdi oğullarının alnına sürülen leke ile mi yoksa oğullarının acısı ile mi uğraşsınlar? Kardeşi ile Buca'da yatmıştım, gıyaben de kendisini tanıyordum. Biz, DS'cuların iddialarının tam aksini duyuyorduk. Şu bilinmelidir: Bu işler tamamen gönüllüdür. Kimseyi zorla içine alamazsın, zorla içinde tutamazsın. Ve birliktelikler, tamamen ideolojik-politiktir. Kişi, bunun koşulunun kalmadığını düşünüyorsa, istediği zaman ayrılabilir. Başka bir birliktelik içinde yer alabilir. Ayrılıkları ve bölünmeleri, kişileri akla gelmedik suçlamalarla suçlayarak ve hele fiziki tasfiyeye tabi tutarak önleyemeyiz. Belki geçici olarak durdururuz, ama daha büyüğü gelir ve kapıya dayanır. Elbette, o an, savunduğumuz pek çok değeri de ayaklar altına alırız... DS'cular, bu tavırlarıyla yalnızca kendilerini değil, herkese zarar verdiler. Bu nedenle, bu olay geçiştirilmemelidir...Uygun bir biçimde, bu tavır teşhir edilmelidir...” (21.10.1990) (1)
“... Önümüzdeki Pazartesi'den itibaren, video yayınlarında, kendi aldığımız filmleri izleyeceğiz. Yani, parayı ortak toplayacağız ve bayinin yolladığı listeden filmleri seçeceğiz, işaretleyeceğiz ve isteyeceğiz. Şu TV'den kurtulacağımız için, seviniyoruz. Filmleri de burjuvazi çeviriyor ve nihayetinde, özde değişen bir şey olmuyor; ama, bizim burjuvazi, öyle ilkel ve gerici ki, onun TRT'sinin değer yargılarımın üzerinde etkili olmasını, hiç istemiyorum. Yıllardır cezaevlerinde yatanlar üzerinde, bunun küçümsenmeyecek bir etkisi oldu. Neredeyse, bizim ahlak anlayışımız, TRT'nin ahlak anlayışıyla eşleşti gibi. Bu anlamda, geçmişte bir yönüyle 'doğal' kabul edilebilecek (mevcut düzene tepki, içinden geldiğimiz toplumun değer yargıları, genç oluşumuz, alternatifi tam ortaya koyamayışımız vb. nedenlerle) feodal ve tutucu değer yargıları ve normlar, günümüzde, adeta 'olması gereken'e dönüştü. En azından, bir kısmımızda dönüştü. Bence, içinden geldiğimiz burjuva toplumun değer yargılarına tepki anlamında içgüdülerle yeğlenen feodal değer yargıları, 'olması gereken' değildi; bir savruluş, bir yanılsamaydı. Bugün ise, tam tersi doğrultuda bir yanılsama söz konusu; yani, dünkü feodal ve tutucu yanılsamanın karşısına, tepki anlamında, her şeye izin verme konuyor. Bu, bir tepkiciliktir... Toplumdaki tüm insanların değer yargılarının, iradi anlamda ve birden emrivaki ve zapturapt yapılarak, yasaklar konularak değiştirilmesinin mümkün olmadığını, biliyorum. Ama, her şeyin kendiliğindenciliğe bırakılmasını da doğru bulmuyorum. Bence, bu konuda, reçete verilemez ve herkesin üzerinde birleşeceği bir çizgi çizilemez. Ama, bir çerçeve çizmek mümkündür. Bu ise, savunulan dünya görüşüne uygun bir bakış açısının sunulmasını gerektirir. Yani, 'zor' unsurunun çözüm olmadığını bilerek, insanların kabul etmesi istenilen bir çerçeve sunulabilir, sunulmalıdır. Bu çerçeve içinde, doğal bir evrim savunulabilir. Bu çerçeveyi çizerken de, şu an içinde bulunduğumuz toplumdan ve ortamdan tam anlamıyla soyutlanmış değiliz elbette. Ve bunun, zaman içinde değişeceğini de biliyoruz; çünkü, değişmeyen tek şey, değişmedir... Sorun, en mantıklı görünen, bugün, neyin olacağına değil, neyin olamayacağına karar vermededir. Lenin'in, ahlak konusundaki 'Ne Kazanova, ne Keşiş' sözünü, bu nedenle çok seviyorum. Bu ikisinin arasında bir yer. Peki, ikisi arasında nerede? İşte, bu, insanlara kalan bir şey oluyor. Bu arada bir çeşitlilik mümkün. Öyleyse, diyorum, insanların, birbirlerine karşı, bir noktadan sonra müdahaleci olmaları mümkün değil. Böyle bir müdahalecilik, savunulamaz ve gündeme gelirse, bu, kaçınılmaz bir biçimde, zıddına yol açar... Açıyor ve açtı da...
Biz, bugünkü toplumda, soyutlama düzeyinde, burjuva-proleter çelişkisini ortadan kaldırmaya çalışıyoruz ya... Bunun yerine önerdiğimiz, böyle bir ayırımın olmadığı toplumsal bir sistemdir. Ama, uygulamada, bürokratlar ve çalışanlar, diye ikili bir kastlaşma üretiliyor. Buna karşı emniyet sibobları önerilmemiş değil, önerilmiş... Sovyetler (Komite, Konsey, Şura vb.), emredici vekalet (çalışanların, istedikleri her an memurları görevden alabilmesi ve yerine yenilerini atayabilmesi) ve memurların aylıklarının belli bir limiti aşmaması... Bugünkü pratiğimizde ise, bu, daha farklı biçimlerde üretiliyor. Ben, özgülümüzdeki yaşam içindeki tavırlara bakarak, buna 'Çavuşlar' ve 'Kızılderililer' diyorum. Yani, 'çavuşlar', hep iş yaptırmayı seviyorlar, ama kendileri pek iş yapmaya istekli değiller. 'Kızılderililer' ise, küçük-büyük, önemli-önemsiz demeden, her işe koşturmaya ve her işi yapmaya çalışıyorlar. İnsanların çoğunluğunda, tersi söz konusu olması gerekirken, 'çavuşluk' eğilimleri yaygın... Bunun, önderlik veya 'sorumluluk' ile herhangi bir ilgisi falan da yok. Aksine, insan, önder ve 'sorumlu' olduğu ölçüde, daha çok 'Kızılderilileşme'lidir. Çünkü, önder ve 'sorumlu' olma, daha çok avantajlara sahip olmak değil, daha çok yük yüklenmektir. Bu anlamda da, korkulacak bir şeydir. Belki, yalnızca bizde değil, her ülkede böyledir, bu... Öyle ya, on yıllardır 'sosyalist' olduğunu söyleyen ülkeler, milyonların ayağa kalkmasıyla, çatırdayarak yıkılıyor. Milyonlar, şimdilik kapitalist toplumları, daha iyi olması gereken ve kurtuluş olarak önerilen sosyalizme' yeğliyorlar. Bence, bu durumda, çözüm, sosyalizmi yeniden üretmek ve rayına oturtmaktır. Ama, bazıları, sopayı öne çıkaran bir 'sosyalizmi' öne çıkarırken, bazıları da burjuva demokrasisine yönelen bir 'demokrasi' anlayışına sarılıyorlar. Bugünlerde, Adımlar dergisinin 'TBKP Tezleri' adı altındaki özel sayılarını okuyorum. TBKP'liler, doğrudan Marksizmi sorguluyor ve her yönüyle revizyona tabi tutuyorlar. Bunlara 'yeni sosyal demokratlar' diyorum. Bunların, Marksist saflarda kabul edilmeleri, artık çok zor. Bir başka gözlemim şu: Burjuva demokrasisine öykünenler-yönelenler, kendilerine 'Sosyalist Demokrasi'yi bayrak edinirken, sopalı bir 'sosyalizmi' öne çıkaranlar ise bunu tu kaka ediyor, ama pratikte, 'mücadeleci' bir çizgi izliyorlar. Burada da bir yanlışlık var: 'Sosyalist demokrasi', burjuva demokrasisine öykünenlerin-yönelenlerin bayrağı olamaz. Bu, onların elinden alınmalıdır. Sosyalist Demokrasi'den soyutlanmış bir 'sosyalizm' de olmaz. Böyle bir mücadele milyonları kucaklayıp, başarıya ulaşamaz. Ulaşsa bile, o toplum, sosyalizm yolunda ilerleyemez. Gün gelir, günümüzdeki 'sosyalist' ülkeler gibi, çatırdayarak, yıkılırlar. Bugün, sosyalizm, 'mücadele' ve 'sosyalist demokrasi' ikilisi birleştirilerek yeniden üretilebilir ve savunulabilir. Böyle bir çizgi, güçlü bir çekim merkezi oluşturabilir...”(6.12.1990)(2) Nazilli/12. Koğuş
17.04.2021/Datça/Mehmet Erdal
(1) 21.10.1990
(2) 06.12.1990
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder