2021.02.13.CEZAEVİ YAZILARI-42: TRAFİK POLİSİ DEĞİLİZ! AKIL DA SATMIYORUZ!
CEZAEVİ YAZILARI-42: TRAFİK POLİSİ DEĞİLİZ! AKIL DA SATMIYORUZ!
On ikinci (12) Koğuşta kalmaya başladığım dönemde yakın çevremizde ve ülkemizde, ülkemizi ve/veya bizi (Sol, Sosyalist, Devrimci, Demokrat ve Yurtsever kişi, çevre, grup, parti vb.) bir biçimde ilgilendiren çok önemli olaylar yaşanmaya başlanmıştı.
O günlerde yayınlanan ve elimize ulaşabilen yayınlarda bu gelişmelere dair pek çok yazı yayınlanıyordu. Keza bu yazılar ya da gazete, TV haberleri çerçevesinde, aramızda da tartışıyorduk; siyasi mahkumlar olmamız nedeniyle, doğal olan ve olması gereken de bu idi.
“... Adımlar dergisi, bedava, adıma gönderiliyordu. TBKP'liler İstanbul, Çekoslovakya ve İngiltere'den, adıma kart yollamışlar. Bu adamlar, kendi mantıkları ve tutturdukları çerçevede, oldukça iyi çalışıyorlar. Türkiye'deki politik gelişmeleri de iyi takip edip, kendileri açısından zamanlamayı iyi yapıyorlar. SHP'nin bölündüğü ve Sol'undaki boşluğun iyice gün yüzüne çıktığı, aynı zamanda, Avrupa'daki gelişmelerin iyi bir konjonktür durum yarattığı anda, TBKP olarak ortaya çıktılar. Kendilerini, kamuoyunun önünde tutmayı beceriyorlar. Ama, bu çabaların, umdukları boyuta varmaları ve güçlü bir çekim merkezi oluşturmaları çok zor. 141-142 maddeler değiştirilince, artık, illegalitenin o bazı avantajları kalkacak. Her şeyden önce ideolojik olarak var olması gereken oluşumlar, hiçbir mazerete sığınmadan, öncelikle, kendilerini ideolojik olarak anlatmak zorunda kalacaklar. Gerçekte böyle olmayanlar ve böyle olmayı da beceremeyenler, fazla ayakta duramazlar. 70-80 arası koşullar yok artık. Ya bazı oluşumlara kanalize olacaklar ya da birleşerek ayakta durmaya çalışacaklar. Bu olasılığın görüldüğünün ve kendilerince bazı yönelimler içerisine girildiğinin, bazıları açısından belirtileri var. Ama, buralarda tanık olduğum ölçüde, bazıları, hala uyuyorlar. Kendi oluşturdukları dünyada yaşıyorlar. Cezaevleri ve yurtdışında, bu 'yaşama', daha bir süre mümkün olabilir. Ama gerçeklik, bunları hızla eler. Değişime ayak uydurmak ve yeniden ve yeniden kendini üretmek, bu biçimde yaşamayı başarmak zorundasın...” (1) (7.1.1990)
“... Anayasa mahkemesinin bir kararı ile ilgili olarak basına yansıyan tepkileri okuyorsundur. Hani, şu, fahişelere zorla tecavüz edildiğinde verilecek cezanın, böyle olmayan birine tecavüz edildiğinde verilecek cezanın yarısı kadar olması gerektiğine ilişkin olanı... Bu, bizim toplumda, insanların ne yaparlarsa, toplumsal koşulların büyük ölçüde etkisinde kalarak değil, tamamen ve yalnızca iradi olarak yaptıklarının düşünüldüğünün ikrarıdır. Kişilerin kişilik özellikleri, bilinçleri, zevkleri vb. hiç etkili olmaz denemez, ama onlar bile, doğrudan ya da dolaylı, toplumsal koşulların ürünüdürler. Böyle olmasa bile, bu belirleyici değildir. Sorun büyük ölçüde toplumsaldır. Böyle ele alınmalıdır. Aksi halde, bazı insanlar doğuştan kötü, bazıları ise doğuştan iyidirler sonucuna varmak gerekir... Böyle olunca da 'kötülere' ne yapılırsa, daha hoşgörülü olunmalıdır!.. İkincisi, kadınların ikinci sınıf olduklarının tescilidir. Çünkü, hiç bir yasa, erkekler şöyle ya da böyle olursa, yani kötü erkekler söz konusu olunca, ona yönelik işlenecek bir suça da, böyle olmayan bir erkeğe yönelik işlenecek suça verilenden daha az ceza verilir, demiyor... Yani, ikili temelde, olay karşısında tepkileri dile getirmek gerekiyor. Basına yansıyan, olayın, ağırlıkla, kadın-erkek eşitliği temelinde ele alınması oluyor... İzmirli yeşil kadınların bir kısmı, 'Bir hafta, erkeklere hayır diyelim' kampanyası açmışlar ya, bir arkadaşa, iyi ki buralardayız, yoksa yanmıştık, dedim. Güldü. Benim için sorun değil, hanım düşünmese bile, ben anımsatırdım, dedi. Bu toplum, aşağıdan, yani toplumun içinden yukarılara doğru yükselen ve oldukça köktenci olan bir değişime, sorgulamaya, tartışmaya, demokratikleşmeye şiddetle gereksinim duyuyor. Çözüm, yalnızca bundan geçiyor. Kurtuluş, bunda... Aksi halde, onur duyulacak ve çekim merkezi olabilecek bir toplumumuz olmayacak...” (2) (17.1.1990)
“... Sokak'ın son sayısında Yeni Çözüm, Devrimci Mücadele, Hedef, Toplumsal Kurtuluş, Siyaset ve İşçinin Gazetesi yayınlarının, Romanya'daki yönetim değişikliklerini Karşı-devrim olarak değerlendirdiklerini okudum. Buradaki sözlü tartışmalara bakılırsa, yayın çıkaramayan daha pek çok çevre de benzer değerlendirmeler yapıyor olmalılar... Katılmıyorum. Gorbi'nin estirdiği fırtına hakkında, son tahlilde, ben de 'Sol gösterip sağ vuruyor' diye düşünüyorum. Ama, bu, her şeyin tu kaka edilmesi anlamına gelmiyor. Artıları ve eksileri ayrı ayrı toplamalıyız. Doğru tavır, bu olmalı. Gorbi'yi külliyen onaylamak mümkün değil, çünkü önerdikleri, teoriye uygun değil. Daha çok, gelişmiş bir Burjuva demokrasisine yöneliş söz konusu. Sınıf işbirliğini savunuyor falan... Ona, Sol'dan yaklaşmak gerekiyor. Yani parmak bastığı bazı konularda, ona cepheden karşı çıkmak değil, onlara sahiplenerek Sol'dan karşı çıkmak gerekiyor. Yoksa, Gorbi'ye karşı çıkmak gerekçesiyle, birçok olumsuzluğu savunma noktasına düşmek mümkün. Nitekim, Çavuşeşku'yu savunanlar çıktı... Çavuş'u savunan biri, hiçbir insana Sosyalizmi kabul ettiremez...” (3) (17.1.1990)
“... Azerbaycan olaylarından sonra, ülkemizde, yeniden anti-komünist bir dalganın yükseltilmeye çalışıldığı görülüyor. Uzun süre, Bulgaristan'ın Türk azınlığa yaptığı uygulamaların faturasını ödemiştik, şimdi de Azerbaycan'da olanların... Revizyonistlerin bütün günahlarının, diğer ülkelerdeki halklarca, özellikle de, burunlarının dibindeki Türkiye halkınca ödenmesi karşısında, revizyonizmin kendisine ve uygulamalarına karşı güçlü bir sesin çıkarılması önem kazanıyor. Bunlar, yalnızca ideolojik karışıklıklara neden olmuyorlar, aynı zamanda, karşıdakileri güçlendiriyor, halkı soğutuyor ve bu nedenle de yükümüzü artırıyorlar. Bu noktada, revizyonistlerin Sol'undan ve teorinin savunulması noktasından bayrağın yükseltilmesi gerekiyor. Bu noktada, revizyonistleri, ya da karşılarındaki daha gerici güçleri olumlama ve ikisinden birini yeğleme gibi bir tavrı savunmak zorunda değiliz. Bizim, kendi tarafımızı, yani doğru seçeneği yeğleme ve savunma gibi bir hakkımız var... Olayları, tarihsel gelişim süreçlerinde sorgulamak yerine, bu süreçten koparıp, başka ne yapılabilir ki? türünden bir soru sormak mümkün, ama doğru değil. Biz, trafik polisi değiliz, aynı zamanda akıl satan da değiliz. Biz, irademiz dışında gelişen olayları irdeleme ve bunların artılarını-eksilerini alt alta toplama ve bunlardan ders çıkarma durumundayız. Doğru olan, budur... Hiç şüphesiz, irademiz dışında olup bitenlerden biri 'olması gereken', yani 'doğru' olan olsa, tereddütsüz, onu yeğleyebiliriz. Ama, durum, böyle değil. Biz, bugün, daha çok, neyi nasıl yapmamalıyız, gibi bir irdeleme yapmalıyız. Artıları savunma, eksileri ise reddetmek gerekmez mi?, diye sorulabilir. Doğru, ama bu, taraflardan birini savunma ya da reddetme demek değildir...” (4) (21.1.1990)
“...Muammer (Aksoy) Hoca'nın (*)cenazesinde olaylar çıktığını, hem BBC, hem de TV söyledi. Bu cinayeti hiç kimse beklemiyordu. Tam anlamıyla şoke olduk. Önce, misilleme olabileceğini ve misilleme döneminin başladığını düşündük. Ama, olmayabilir de. Planlı ve örgütlü bir iş olduğu açık. Sonuçlarına bakılırsa, oldukça hesaplı ve ikinci bir Abdi İpekçi olayına benziyor. Ama her şeyi sonuçlarına bakarak değerlendirmek, yanıltıcı olabilir. Yani, bazen, sonuç, baştan öngörülenin aksi ve farklı olabilir...” (5) (5.2.1990)
“... Bu haftaki 2000'e doğru dergisinde, Muammer Aksoy'un öldürülmesi üzerine yapılan röportajları okudum...Belli ki, Türkiye, büyük olaylara gebe yeni bir sürece girdi... Eğer önlenemezse, bir başka deyişle, halk muhalefeti yükselemezse, olumsuz sonuçlanacak gelişmeler yaşanıyor...” (6) (11.2.1990)
“...Tütüncülerin bu eylemini hiç beklemiyordum. Duyduğumda, müthiş sevindim. Öylesine yaygın ve kitlesel olduğu görüntüsü var ki, kendiliğinden ya da büyük ölçüde kendiliğinden böylesi bir eylemliliğin doğmuş olması şaşırtıcı ve o ölçüde harika bir şey. İktidarın uzun dönemde Ege köylülerini kaybettiği söylenebilir. Köylülerin, ölü toprağını üzerlerinden attıkları görülüyor. Halbuki, köylülerin böylesi eylemler koymaları çok zordur. Marks, Louis Bonaparte'in 18. Brumaire'inde, köylülerle ilgili şunları yazıyor: '... Küçük köylüler, üyelerinin hepsi aynı koşullar içinde yaşayan ama birbirleriyle gerçek ilişkilerle birleşmemiş bulunan muazzam bir kitle meydana getirir. Onların üretim tarzları, onları, karşılıklı ilişkiler kurmaya götüreceği yerde, birbirlerinden ayırır... Küçük bir tarlanın işletilmesi, hiç bir işbölümüne, hiçbir bilimsel yöntem kullanılmasına elvermez, bu bakımdan da, hiçbir gelişim çeşitliliğine, hiçbir yetenek değişikliğine, toplumsal ilişkilerde hiçbir zenginliğe elverişli değildir. Köylü ailelerinin her biri, hemen hemen tamamıyla kendi kendisine yeter, tükettiğinin en büyük bölümünü doğrudan doğruya kendisi üretir, böylece geçim araçlarını, toplumla bir değiş-tokuştan çok doğa ile yaptığı değişim yoluyla sağlar. Tarla, köylü, ailesi; onun yanında bir başka tarla, bir başka köylü ve bir başka aile. Bu ailelerden belli bir miktarı bir köy meydana getirir, belli bir miktar köy de bir idari birimi oluşturur... Milyonlarca köylü ailesi, onlar birbirinden ayıran ve onların yaşayış tarzlarını, onların çıkarlarını ve onların kültürlerini toplumun öteki sınıflarınkilerle karşı karşıya getiren ekonomik koşullar içinde yaşadıkları ölçüde, bir sınıf meydana getirirler. Ama, küçük köylüler arasında ancak yerel, yani yaşadıkları yerden ileri gelen bir bağ, hiçbir siyasal örgütlenme yaratmadığı ölçüde de bir sınıf meydana getirmezler. Bunun içindir ki, onlar kendi sınıf çıkarlarını kendi adlarına, ister bir parlamentonun aracılığı ile, ister bir meclisin aracılığı ile savunacak durumda değildirler. Onlar, kendi kendilerini temsil edemezler, temsil edilmek zorundadırlar. Onların temsilcileri, onlara, aynı zamanda, kendilerini öteki sınıflara karşı koruyan ve onlara yukarıdan yağmuru ve güneş ışığını gönderen efendileri gibi, üstün bir yetkili gibi, mutlak bir hükumet gücü gibi görünmelidir. Şu halde, küçük toprak sahibi köylülerin politik etkisi, en yüce ifadesini, toplumun yürütme gücüne bağımlılığında bulur...' Böylesine zor örgütlenen, zor bilinçlendirilen ve zor harekete geçirilebilen küçük burjuva nitelikli köylülerin, sürekli ve istikrarlı bir eylemlilik çizgisi izlemeleri olanaksızdır... Çin, Vietnam gibi ülkelerdeki köylü hareketlerinde yer alan köylülerin hem sosyal konumları çok sefilce idi hem de ulusal nitelikli bir savaş yürütüyorlardı. Kurtuluş savaşında, Anadolu köylüsü de kolayca ayağa kalkmıştı... Şimdilerde, doğuda da Kürt köylüsü, ulusal niteliği öne çıkarılan bir savaşta aktif bir biçimde yer almaya çalışıyor. Halbuki Akhisar ve diğer yerlerde olanlar, tamamen, sınıfsal çıkarlarına yönelikti... O günlerde Akhisar'da ve o köylülerle birlikte sokaklarda olmak isterdim...” (7) (17.2.1990)
7/17/21 Ocak ve 5/11/17 Şubat 1990)
13.02.2021/Datça/Mehmet Erdal
(*)
(1) 7.1.1990
(2) 17.1.1990 (3) 17.1.1990 (4) 21.1.1990
(5) 5.2.1990 (6) 11.2.1990
(7) 17.2.1990
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder