2021.03.16.CEZAEVİ YAZILARI-47: YOL ARKADAŞIMIZ AHMET ÇETİN ANISINA!
SİNOP CEZAEVİ VE DÖNÜŞÜ OLMAYAN YOL
(Yol arkadaşımız Ahmet Çetin anısına)(1)
Bu bölümde, cezaevinde iken 16 mart 1987 yılında ölen yol arkadaşımız Ahmet Çetin ile ilgili Mehmet Şahin arkadaşımızın 1987 yılında yazdığı ve ölümünün 34. yıl dönümü olan bugün paylaşılmak üzere yolladığı yazıyı, paylaşıyorum.
“Hastanelerde kapanan son perde ve gerisi
'Ölen hükümlü için…Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’nde açlık grevi..' başlığı ile 19 Mart 1987 tarihli Cumhuriyet’te yer alan haber şöyle devam ediyordu: 'Böbrek yetmezliği çeken Ahmet Çetin adlı hükümlü, Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’nde olaylara yol açtı. Arkadaşlarının tedavisinin kasıtlı olarak geciktirildiğini öne süren bir bölüm hükümlünün açlık grevine başladığı öğrenildi.'
Ankara Kapalı Cezaevi’nde bulunan siyasi tutuklu ve hükümlüler, arkadaşları Ahmet Çetin’in 16 Mart pazartesi gecesi Hacettepe Hastanesi dahiliye servisinde ölmesi üzerine, 18 Mart Çarşamba günü basına açıklama yaparak açlık grevi kararı almışlardı.
Denizli ve Sinop Cezaevleri başta olmak üzere 12 yıl çeşitli cezaevlerinde yatmış olan Ahmet Çetin, en son Burdur Cezaevi’nden tedavi olmak üzere, Ankara Kapalı Cezaevi’ne getirilmişti. Böbreklerinden rahatsız olan Çetin’in durumu bir hayli ağırlaşmış, zaman zaman komaya giriyor ve hastaneye kaldırılması savsaklanıyordu. İhmale gelmeyen durumuna karşın 15 gün cezaevi revirinde tutuluyor, İnsan Hakları Derneği başta olmak üzere yapılan ısrarlı başvurular sonunda 'hastaneye yatırılması ancak sağlanıyordu.'
Hastaneye sevk edildiğinde böbreklerinin ikisi de çürümüş ve “iflas etmiş” durumdaydı. Nihai çözüm için böbrek transferi gerekiyordu. Konulan teşhise göre, böbrek değişimine kadar geçen sürede 'diyaliz yapılması ve benzeri müdahaleler zorunluydu.' Ancak 'öylesine' bir yer olan Numune Hastanesi’nde ne 'diyaliz makinesi', ne de doğru dürüst –hele de mahkum hastalarla– ilgilenebilecek ilgili bir doktor vardı. İlgililerin söylediğine göre, böbrek tedavisi için gerekli ilaçlar da yoktu. Tedavisini ise dahiliyeci bir doktor yürütüyordu.
Esas tedavisinin yapılabilmesi için elverişli yer olan ‘Yüksek İhtisas’ veya benzeri bir hastaneye yatırılması gerekiyordu. Bu ise 'oralarda mahkum koğuşu olmadığı' bahanesiyle mümkün olmuyordu. Bunu Numune Hastanesi’nde ki Dr. Oktay Oymak şöyle ifade ediyordu: 'Mahkum koğuşunun olmamasının yanında, üresi olduğundan bir hayli uğraştırıcı bir hastalık. Bu tür hastalarla pek ilgilenmek istemezler. Oraya alınmaması birazda bundan kaynaklanıyor…' Çetin, üresinin yükselip krize girdiği bazı günlerde Yüksek İhtisas Hastanesi’ne götürülmüş, kabul edilmeyerek gerisin geri Numune Hastanesi mahkum koğuşuna getirilmişti. Acilen gerekli olan ilk diyaliz ise, ısrarlı başvurular üzerine Yüksek İhtisas Hastanesinden getirilen diyaliz makinesi ve bir ürolog tarafından yapılmıştı.
Gerekli ilaçların sağlanması ise ayrı bir sorundu. Bir yandan sık sık komaya girerken, ilaç yokluğu bahanesiyle günler geçiyor ve bir türlü diyaliz yapılamıyordu. Görevli dahiliye doktoruna 'hala neden müdahale edilmiyor?' denildiğinde, 'ilaç alınması gerekiyor. Bizde yok' diyordu. Sonunda Avukatı Musa Aytimur ve yakın çevresinin yoğun çabalarıyla, (her bir seans için) gerekli 270 bin küsur lira tutan ilaçlar sağlanıyor ve onca koşuşturmadan sonra ilk diyaliz yapılıyordu.
Söylediklerine göre iki haftada bir diyaliz yenilenmesi gerekiyordu. Gerek bu nedenle ve gerekse esas tedavisi için başka bir hastaneye sevk raporu hazırlanacaktı. Ne var ki bu, son günlere kadar bir türlü sonuca bağlanamamıştır. Bu gün yarın derken üzerinden haftalar geçmiştir. 'O halde neden hala rapor çıkarılmıyor?' denildiğinde ise, 'hastanın bir dilekçe yazıp iki fotoğrafla birlikte başvurması gerekiyor. Ama fotoğrafı yokmuş..!' deniliyordu. Sonuçta, üzerinde bulunan boy fotoğrafından yarım boy çekim yaptırılıp, çoğaltılarak bu da sağlanıp başvuru gerçekleştiriliyor.
Günlerden 13 Mart Cuma: 'Bu günlerde ikinci diyalize girmesi gerekiyordu. Zamanı geçmiş olmasın? Hastanın durumu tekrardan ağırlaşmak üzere. Şişlikleri ise henüz daha inmemiş. Mutlaka yapılacak bir şeyler olmalı..' dendiğinde ise; yine bir reçete yazılarak, 'hayır şu an diyalize gerek yok. Reçetedeki ilaç alınırsa, durum normale döner..' deniyordu. 'Yeterli' olduğu söylenen 130 bin liralık ilaç (human albumın..) tekrar alınarak, teslim ediliyor. İlaveten, ' raporun kesin bir iki gün içinde çıkacağı ve muhtemelen Hacettepe’ye sevk edileceği' de belirtiliyordu.
'Yaşamın yol olduğu dünyada' Çetin için son geçiş istasyonu olan Numune Hastanesinde, tedavi süresince serbest kalması için rapor da hazırlanmış ama maalesef işe yaramamıştır.
Numune Hastanesi nasıl bir yerdir ve gösterilen ilgi nedir ? Bunu, sık sık götürüldükleri için hastane koşullarını yakından bilen mahkumların açıklamalarından aktaralım. Yaptıkları basın açıklamasında, '..Mahkumların kaldığı özel bölümün, bir hastaneden çok hapishaneye benzediği, bu bölümle sürekli ilgilenen bir doktorun olmadığı, sabahki viziteden sonra doktorların bir daha buraya uğramadıkları…. Numune Hastanesinde diyaliz makinesi olmamasına rağmen, Hacettepe’ye, Yüksek İhtisas hastanesine sevki bir ay savsaklanmıştır. Numune Hastanesi ilaçları vermemiş ilaç tedariki avukatı ve bir arkadaşı tarafından sağlanmıştır. Ancak komaya girmesi üzerine Yüksek İhtisas hastanesine kaldırılmış ve geç kalınmıştır. Numune Hastanesi kurumu, öteden beri siyasi suçlulara karşı hasmane bir tutum içinde olan bir eziyet müessesesidir..' denilerek sorumluları hakkında kovuşturma açılması isteniyordu…' (18 Mart 1987 günü 2000’e Doğru dergisine yapılan açıklama)
Ahmet Çetin’i Ankara Kapalı Cezaevi revirinde yattığında tanıyan bir arkadaşı ise durumu şöyle anlatıyor: ' 03.03.1987 günü.. Numune Hastanesi Mahkum koğuşuna yattım. Mahkum koğuşunda kaldığım üç gün zarfında Çetin’in hasta ve bitkin durumu devam ediyordu. Gittiğim ilk gün Çetin koma halinde olduğu için konuşma fırsatı bulamadım. 2. Gün kendine geldiğinde, bana söylediği ilk söz, '20 gündür doktorların yanına gelmediği ve kendisinin ölüme terk edildiği..' şeklindeydi. Yanında yatan mahkum hastalar da, doktorların uzun süre Çetin’le ilgilenmediğini, söylediler. Doktorlarla arasında geçen bir konuşmayı bizzat kendisi şöyle anlatmıştı: 'Doktorlar bir ay önce yanıma geldiklerinde, o esnada mahkum koğuşunda sorumlu yüzbaşı da orada bulunuyordu. Doktorlarla geçen tartışmaya görevli yüzbaşı da şahit oldu.' Tartışma konusuna gelince; Çetin doktorlara neden ölüme terk edildiğini sormuş. Doktorlarsa hiçbir cevap vermeyerek susmuşlardır. Çetin burada görevli yüzbaşıya dönerek, kendisinin devrimci olduğu için tıbbi müdahalenin yapılmadığını ve kasıtlı olarak ölüme terk edildiğini söylemiştir. Görevli doktorlarsa her zamanki gibi hiçbir müdahalede bulunmadan odayı terk edip gitmişlerdir.
Zaten Ahmet Çetin’in mahkum koğuşunda yatması başlı başına bir cinayettir. Koma halindeydi ve vücudu devamlı olarak şişiyordu. Buna karşılık ölümle pençeleşen bu arkadaşa hiçbir müdahale yapılmamasına bizzat ben de tanık oldum. İnsan hayatının bu kadar ucuz ve değersiz olduğunu ilk kez görüyordum. Durumu gittikçe ağırlaşıyordu… Gereken tıbbi müdahale yapılmış olsaydı, günümüzde tedavisi mümkün olan bir hastalık olduğu için, şu an Ahmet Çetin yaşıyor olacaktı.' (Cevat)
Çetin ölüme iki gün kala hala Numune Hastanesindeydi. Gösterilen sözüm ona 'ilgiye' bir de hafta sonunun Cumartesi ve Pazar'ı eklenmişti. Mesai günlerinde ite kaka yapılan bakımlar bu sefer nöbetçi personelin 'insafına' kalmıştı. Pazar günü durumu iyiden iyiye ağırlaşan Çetin, yanında görevli bir hemşireden başka kimsenin bulunmadığı geceyi koma halinde geçirmiştir. Durumun giderek daha ciddi bir hal alması üzerine Yüksek İhtisas Hastanesi’ne kaldırılmış; oradan da hiçbir tıbbi müdahale yapılmadan İbn-i Sina Hastanesi’ne/vakfına, orası da almayınca, ambulans içinde geçen saatlerden sonra Pazartesi günü öğleden sonra ancak Hacettepe Hastanesi’ne yatırılabilmiştir.(*)
Diyaliz uygulamasına geç kalındığından, Hacettepe’de de gece tekrardan girdiği komadan çıkarılamamış, annesi ve kardeşi her ne kadar böbrek vermeye hazır olsa da, buna zaman kalmamıştır. 16 Mart 1987 Pazartesi gecesi, ‘yaşamın adeta ölümü çağrıştırır olduğu’ yerlerde 'emin ellerde' Çetin de özgürlüğü soluyamadan gitmiştir.
(*)Adı geçen Numune, Yüksek İhtisas, İbn-i Sina ve Hacettepe hastanelerinin aralarındaki mesafe o kadar uzak ki; herhangi birindeki bir hasta 'ah' çekse diğerinden duyulacak neredeyse! Ya da binalarının gölgesi birbirine düşecek kadar uzakta! Bürokrasi ve oyalama sarmalındaki ihmalin sonucu, en acil durumda ve 'hızır servislerle' tam güne yakın bir zamanda ulaşılabilmiştir!
***
Son perde kapanırkenki durumu, bir de Numune Hastanesi’ndeki doktoruyla yapılan görüşmeden aktaralım:
-Oktay bey, tanıdınız mı?
-Tanıdım, hoş geldiniz. Ahmet Çetin.. evet..
-Evet… kaybettik.
-Başınız sağ olsun. ……
-Bir türlü inanasım gelmiyor. Nasıl oldu, anlatır mısınız? O gün (13 Mart) nelerin gerektiğini sorup, yazdığınız ilacı (human albumın) alıp bırakmıştım. Durumun iyi olduğunu, fazla endişe edecek bir şey olmadığını söylemiştiniz. Ne var ki sonuç hiç de öyle olmadı. Umutlarımızın tersi oldu. Bunun bir açıklaması olmalı. 'Emin ellerde' gitti maalesef.
-Durumu iyiydi, Biliyorsun rapor üzerinde uğraşıyorduk. Cuma günü (13 Mart) o ilacı verdik. Sevk raporuna müteakip Yüksek İhtisas hastanesine, İbn-i Sina’ya /Vakıf’a götürülüyor. Almıyorlar. Daha sonra Hacettepe’ye yatırılmış. Orada, diyaliz esnasında kalbi durmuş.
-İkinci bir diyalize sokuluyor mu?
-Evet evet… Üresi yükseliyor. Diyaliz diyorlar. O esnada gidiyor. Periton diyaliz aslında riskli bir iş..
-Fakat bir ihmal olduğunu sanıyoruz. Çoğunlukla intibalar o yönde.
-Burada öyle bir durum yok. Elimizden geleni yapmaya çalıştık…
-Örneğin Cuma gününden sonra, Cumartesi-Pazar (14-15 Mart); hafta sonu ve sevk sırasındaki oyalanma ve gecikmeler… Sizce bu ihmal değil mi?
-Evet… Hafta sonu araya Cumartesi-Pazar girdi. Ben yoktum. Sanıyorum buradaki diğer arkadaşlar (nöbetçi doktorlar) benim gibi gereken ilgiyi göstermemişler. Öte yandan ambulans v.s şeyler… Sevk konusundaki bürokratik işlemler uzamış olabilir, onu bilemiyorum. Bizden sonraki gittiği yerlere ilişkin şeyler… Fakat kesinlikle ikinci bir diyalize girmişti.
-Ben girmedi diye duymuştum, Araştırılacaktır.
-Bu arada basına açıklama yapılmış. Cumhuriyet ve Ulus’ta çıkmıştı. Cezaevinde protesto için açlık grevine gidilmiş. Siyasi mahkum olduğu için ihmal ve kasıtlı yapılan bir şeyler olduğu söylenmiş. Bunun olduğunu sanmıyorum. Cezaevinde ihmal edildiği de yazılmış.
-Zaten her şey orada başlıyor. Cezaevlerinin kötü yaşam koşullarında yıllarla ifade edilen ihmaller var. Bunlara ilaveten siyasi eğilimi nedeniyle bir de hastanede ihmal edildiği konusu var..
-Biz elimizden geleni yaptık. Açık söylemek gerekirse, bu tür hastalıklar zengin hastalığı! Bu durumda yapacağımız bir şey yoktu. Hatta izin raporunu da hazırlamıştık.
-Salıverilmesi için yani?
-Evet üç aylık izin raporu.
-Öyle ise bile maalesef işe yaramadı ama, verdiğiniz bilgiler için yine de sağ olun.
-Üzgünüm, tekrar başınız sağ olsun..”
27.03.1987 günü saat 15.30 da Dr. Oktay Oymak ile yapılan konuşma böyle bitiyordu.
***
Sonuç: “Takipsizlik kararı: Tabii nedenli ölüm!” ve yanıt bekleyen sorular.
Son yolculuk noktalanırken, '175 cm boylarında, 75 kg. ağırlığında, …kumral saçlı, kızıl bıyıklı, beyaz tenli…' ifadeleriyle başlayan 20.04.1987 tarihli ‘Otopsi Raporu’nda böbreklerle ilgili olarak, '…Her iki böbreğin normale göre küçük yapıda ve haşlanmış et görüntüsünde olduğu tespit edildi.
Otopsi sırasında beyin, akciğer, karaciğer, kalp ve her iki böbrekten alınan parçalar mikrobik tetkik için histopatoloji laboratuvarına gönderildi.
Histopatoloji laboratuvarının 16.04.1987 tarih ve 1987/15 sayılı raporunda; akciğerlerde bronş dallarında epitel ve iltihap hücreleri, alveollerde anfizem hali, böbreklerde kronik pyelonefrit tespit edildiğinin kaydedildiği görüldü..' dendikten sonra şu sonuca varılıyordu:
'1-Kişinin ölümünün kronik pyelonefrite bağlı böbrek yetmezliği sonucu meydana gelmiş olduğu,
2-Yapılan otopside travmatik-patolojik bir bulgu tespit edilmediği, ölümün tabi nedenlerden ileri geldiğini bildirir rapordur.”
Sadece bu raporla sınırlı olduğu anlaşılan soruşturma yapılıyor ve 'Takipsizlik Kararı' veriliyordu. ‘Cumhuriyet Savcı Yardımcısı Osman Sabit Gökmen-16505’ imzalı, 24.04.1987 tarihli 'Takipsizlik Kararı' ise şöyle:
'Olay günü Hacettepe Tıp Fakültesi Hastanesinde vefat eden 33 yıla mahkum, Ahmet Çetin’in cesedi üzerinde yapılan otopside, şahsın ölümünün kronik böbrek yetmezliği sonucu… meydana gelmiş olduğu… ve ölümün tabi nedenlerden ileri geldiği… anlaşılmış olmakla, olay hakkında kamu adına takibata ve tahkikata mahal olmadığına…karar verildi.'
Varılan sonuç, 'tabi nedenlerden ileri gelen ölüm' ve 'takipsizlik kararı'. Başkaca hiçbir nedeni yokmuşçasına hazırlanan ‘rapor ve karar’a göre her şey normal bir seyir içinde olmuştu!
Oysa gerçekten 'tabii nedenlerden ileri gelen' bir ölüm müydü? 'Kronik böbrek yetmezliği' ibareli rapor her şeyi açıklıyor muydu? Neydi o halde? Daha yolun yarısında yaşamın ölümle noktalanması 'kaderin bir cilvesi miydi' yoksa? 'Eceliyle ölüm olmaz. Nedensiz ölüm olmaz' gerçeğine parmak basan Tıp Bilimine göre gerçek neden bu olabilir mi? Ya da neden olarak belirtilen 'Kronik pyelonefrite bağlı böbrek yetmezliği' kendiliğinden mi ortaya çıkmıştır? O halde varılan sonuç soruşturmanın hepsi bundan ibaret olabilir mi? Değilse neden soruşturulmadı, soruşturulmuyor?
Benzeri sorular bir kez daha sorulmuştu:
'… Ahmet Çetin cezaevine girdiğinde daha yirmilerinin ilk yarısındaydı. Böbrekleri birdenbire mi çürümüştü? Ankara’ya geldiğinde her şey yapılmış bile olsa, daha önce müdahale edilemez miydi? Bugüne kadar yattığı cezaevlerinde kaç kez doktora çıkmış ve durumuna ne teşhis konulmuştu? Ahmet Çetin’in ölümü ardından açlık grevine gidenler, Türkiye cezaevlerinde yaşanan insanlık dramına ilişkin bu ve benzeri soruları kaçınılmaz olarak akla getiriyordu.' (2000’e Doğru dergisi, sayı 12)
İnsan Hakları Derneği başkanı Nevzat Helvacı, 19 Mart tarihli Cumhuriyet Gazetesi’ne yaptığı açıklamada, ölümün 'ihmal'den kaynaklandığını belirterek, 'Çetin zamanında tedavi ettirilseydi ölmeyecekti.' diyor ve 'Çetin cezaevine girdiğinde hiçbir rahatsızlığının olmadığını öğrendiklerini belirterek, olayın cezaevlerinde yaşanan drama bir örnek oluşturduğunu' kaydediyordu.
O halde gerçek nedenlere parmak basılmalı, basılmalı ki, bir daha böylesine zamansız gidişler önlenebilsin. Çünkü Çetin’in son günlerinde olup bitenler, yıllar öncesinden başlayan ve dönüşü olmayan bir noktaya gelen yolculuğunun son anı; bir kez daha yaşanmış olan dramın son perdesinin son sahnesiydi.
Dönüşü olmayan yolculuk nasıl başlamıştı? Neydi bu dramın adı?
***
Cezaevleri ve Sinop gerçeği!
Adalet Bakanı Oltan Sungurlu’nun 'Cezaevlerinde işkence olmaz. Burası artık devletin savcılarının kontrolündedir. Doktorlar vardır.' ( 11 Mayıs 1987, Cumhuriyet) açıklamasına karşın yaşanmış olan ve bundan böyle yaşanmayacağının ise garantisi olmayan Cezaevleri ve Sinop Gerçeği!
Karadeniz’in nemli havasını olduğu gibi içinde yatan hükümlülerin ciğerlerine dolduran Sinop Cezaevi koşulları sonucu ölmüştü, Çetin. Bunu arkadaşlarına gönderdiği mektuplarda da, ' Sinop’ta uzun süre kalmam sağlığımı altüst etti.' diye yazarken; bir arkadaşı onunla ilgili mektubunda, ' Sinop onu yemiş bitirmiş, sağlığını orada bırakmış. O 1984’ün 11. ayında uğradığı işkencede, bu ölüm yolculuğunun biletini alıyor…' diyordu.
Bunu, Ahmet Çetin’le epey bir süre Sinop Cezaevinde yatan ve yine onunla birlikte aynı gün (22.09.1986) Sinop’tan sevk olan Mehmet Tağal ise, Denizli cezaevinden yazdığı 03.04.1987 tarihli mektubunda şöyle anlatıyordu: “Bizler şimdilik burada bir şey yapamamanın huzursuzluğu içindeyiz. Aslında elimde epeyce malzeme var. Ancak buradan bir şey olmuyor. Kayınpederine tel çektim henüz gelmedi. Bazı yerlere avukat göndermelerini istedim. Henüz oralardan da bir cevap gelmedi. Ahmet’in durumu geçmişe dayanır. ‘Kendisiyle fazlasıyla ilgilenilmesinin’ sonuçları !'
İşte Mehmet Tağal’ın 'aslında elimde epeyce malzeme var..' dediği şeyin özeti, 'Sinop gerçeği ve ona ölüm yolculuğunun biletini aldıran işkencede kaldığı günlerdi..'
Aynı gerçeğe tanık olan Uşak Kapalı Cezaevinde bulunan Erol Girgin de Mehmet Tağal gibi Ahmet Çetin’le Sinop’un bodrumlu, hücreli ve işkenceli ürpertici uzun günlerini beraber yaşamış ve daha sonra birlikte sevk olmuştu.
Çetin bir arkadaşına yazdığı başka bir mektupta , 'Böbrekler tam anlamıyla iflas etmiş. Sinop’un bizde bıraktığı izler' derken, yine Sinop günleri başkaca mektuplarda da şöyle dile getiriliyordu:
'Ahmet arkadaştan biraz bilgi vereyim sana. Geçen yazdığımda Ahmet hastanedeydi. O zaman dört gün yattı geri geldi. Kendisini tekrar Samsun’a havale etmişlerdi. O ara bayram geldi çattı… Bayramdan sonra ayın 13’ünde Samsun’a götürdüler ama, ne yazık ki gece yarısı, bir de baktık geri geldi. Buradan direkt Samsun On Dokuz Mayıs Üniversitesi Hastanesi’ne götürmüşler, adamlar orda muayene etmiş; 'Sende yüksek tansiyon var, git bunu düşürsünler öyle gel' demişler! Ne güzel konuşmuşlar değil mi? Dahası da var. 'Muayene olabilmen için kayıt olup, dosya açtırman gerekiyor. Bunun içinse dört bin lira yatırman gerekiyor.' demişler. Ahmet de mahkum olduğunu, bu kadar parayı nerden bulacağını sormuş. Tabi onlar da para yoksa bakım da yok demişler. Sonuç olarak parayı bulup vermiş, onlar da muayene etmişler ve 'sende yüksek tansiyon var önce bunun düşürülmesi gerekir. Bunu ise biz burada yapamayız. Seni Sinop’a göndereceğiz. Sonra gelirsin, tekrar bakacağız, Gözlerin duman olmuş. Neden zamanında gelmedin, v.s v.s..'
Görüyorsun ya verilen cevapları, sorulan soruları. Adam sanki mahpus değil de, sanki altında Mercedesi, durmadan Bağdat Caddesinde turluyor ya, git gel diyor.. Bilmiyorlar ki, üç aydır oraya gelmek için neler çektiğini… Hele de 'neden zamanında gelmedin?' demesi yok mu, bu söz bütün heyheyleri başıma topluyor…. Oradan gelince o gece kaldı. Dün ayın 14’ünde tekrar acil olarak hastaneye yatırdılar...' (16.06.1986, Sinop)
Daha bir yıl öncesinden acil olarak hastaneye kaldırılıyor Çetin. Öylesine göstermelik muayene ve oyalamalarla, aradan bir yıla yakın bir zaman geçiyor. Oysa tıp dünyasının böylesi hastalıklar için altını çizdiği bir şey var: Bu türlü hastalık en az 1,5-2 yıl önceden kendini belli eder. İhmali ise dönüşü olamayan yola açılan bir kapıdır. Ve nitekim öyle de olmuştur.
Ahmet Çetin Denizli Cezaevinin “bodrum sefalı” yıllarından sonra , Sinop cezaevine, orada da 5 yıl kaldıktan sonra 'iflas etmiş bir bünyeyle' 1986 sonbaharında Burdur cezaevine gönderilmişti, son yolculuğun biletini önceden almış olarak.. Bir yıl sonra ise oradan da tedavi amacıyla Ankara’ya getiriliyor. Ankara Numune Hastanesinde ise, eğer Dr. Oktay Oymak’ın söylediği doğruysa, son günlerinde üç aylık tahliye-izin raporu da hazırlanmıştı. İşe yaramayan rapor.. raporlar!
Kendisinden 4 gün önce (12 Mart 1987) ölen Muammer Özdemir de cezaevlerinin kötü yaşam koşulları sonucu siroz olmuş; onun için de 6 aylık tahliye raporu hazırlanarak dışarı salıverilmiş. Hatta Almanya’ya kadar gitmiş. Geç kalındığından, yapılan ısrarlı müdahalelere rağmen kurtarılamamış. Onun raporu da işe yaramamış, son yolculuğu son nefesle noktalanmıştır. Özdemir’in yakın bir dostu bu konuda ilginç bir noktaya parmak basarak; “Azizim cezaevlerinde önce mahvediyorlar. Sonra hastaneye gönderiyorlar. Hatta rapor verip dışarı da çıkarıyorlar. Fakat bunu hastayı kurtarmak için değil, kurtulamayacağını bildiklerinden, sorumluluk telaşına düşüp, kendilerini kurtarmak için yapıyorlar..' diyordu. Sonuç Ahmet Çetin için de ister istemez aynı şeyi akla getiriyor. Benzer bir ifadeyle Ahmet Çetin’in yakın bir dostu ise şöyle diyordu: 'Çetin’in cezaya değil tedaviye ihtiyacı vardı. Cezaya ihtiyacı olanlar, onun bu duruma düşmesine yol açıp, son nefesine kadar bırakmak istemeyenlerdir. Bunu herkes bilmeli...'
O halde Ahmet Çetin’in ölümü nasıl 'tabii nedene dayalı' olabilir? Bunun doğru yanıtı, ancak başta Mehmet Tağal ve Erol Girgin’in tanık olarak dinlenip, Sinop cezaevinde yaşanmış olan dramatik gerçeğin aydınlatılmasıyla mümkündür.
Dileyelim ki, insanlar 'meşru olmayan' hiç bir ceza ve kötü yaşam koşullarına terkedilmesin. Herkes içerde, dışarda, her yerde insanca muamele görsün, görebilsin. Yetkililer tarih ve toplum karşısında sorumlu kalmak istemiyorlarsa eğer, 'meşru olmayan' ölümlerin nedenleri iyi araştırılıp, üzerine gidilsin ve sorumlularından hesap sorulsun. Cezaevlerinde yaşanan insanlık dramı tekrar tekrar sahnelenmesin.
***
…Ve Tepkiler
Bir çok soruyu geride bırakarak, son çeyreği cezaevlerinde geçen anlamlı yaşamdan sonra 'emin ellerde', bir yanıyla dostlarından ayrılan Çetin’in ölümü hiçte doğal karşılanmamış. çeşitli tepkilere neden olmuştu.
Öncelikle, 'bugün ona yarın bize' diyen Ankara Kapalı Cezaevinde bulunan onlarca hükümlü ve tutuklu, basına açıklama yaparak, 3 günlük açlık greviyle olayı protesto etmiştir.
Aynı günlerde İnsan Hakları Derneği adına durumun ‘ihmal’den kaynaklandığına ilişkin basına açıklama yapılmış; Ulus, Cumhuriyet gazeteleri, 2000’e Doğru dergisi soruna duyarlılık göstererek, ilgili haberlere ve açıklamalara yer vermiştir. Ayrıca Yeni Gündem’de(2) Çanakkale ve Sinop Cezaevine ilişkin Muammer Özdemir ve Ahmet Çetin’le ilgili gönderilen bir açıklama yayınlanmıştır.
…Ve telgraflar çekilir dostlarına: 'Ahmet Çetin’i kaybettik acımız büyük.' Dostlarının gönlünü kazanmış Çetin’in haberi bir anda dört bir yana yayılıp, acıların paylaşıldığı biraz buruk ama daha çok öfkeli satırlarda, sohbetlerde yankılanmıştır:
'Dünden beri moralim nasıl bozuk bir bilsen... Telgrafı aldık, önce inanamadık. İkincisi geldi, o zaman biraz ‘doğrudur’ demeye başladık. Üçüncüsü ise bugün geldi. Yine bugün Muammer’in de öldüğünü duyduk. Şok üstüne şok… Bu iki dostumuzun ölümü kadar, başka çok az şey beni sarsmıştır.'
'Ahmet Çetin ölmüş. Öyle canım sıkıldı ki sorma. ….yandığımın dünyasında hep bizi mi buluyor bu türlü belalar.. İnanasım gelmiyor yahu.! Nasıl üzüldüm anlatamam. Denizli’de bodruma atıldığımızda laf-lafı açmış konuşuyorduk; Selim Martin’den hemen sonraydı. A. Çetin bana, 'Üzülme, ölümün en şereflisi onunkisi. Keşke biz de onun gibi ölebilsek. Hasta yataklarında, trafik kazalarında ölmek de var.' İstemediği şekilde öldü. Fıttıracağım arkadaş. Nereden bulur böyle şeyler bizi…'
'Sevgili Ahmet’imizi yitirdik. Bu konuda acım gerçekten büyük. Gerçi bundan çok daha acı durumlar geldi başımıza. Ancak gerek Ahmet’in ölüm biçimi ve zamanı, gerekse onu çok yakından tanımam acımı bir kat daha artırıyor. Kaldı ki Ahmet alabildiğine kendini yetiştirmiş...olgunlaşmış bir dosttu..'
'..Sonunda kötü haberi duydum. İşte o gün Pazartesi akşamı aramızdan ayrılmış, Hacettepe Hastanesi’nde. Hepimizin acısının ne kadar derin olduğunu biliyorum. Bu acıyı da bal eylemeye çalışacağız. Bunu da içimizde ölümsüzleştireceğiz. Ne iyi bir insandı, mütevazi, hoşgörülü, gerçekten unutamayacağım insanlardan biriydi.'
***
Şiir olmuştu Çetin, dilden gönüle düşüp: 'YİNE VAR'
“Yaşamın yol olduğu dünyada/ Bir Ahmet Çetin vardı/ Çiğneyip geçmek istediler/Leşçil ayaklarıyla/ Yine var.
Zora sayrılığa direnciyle şarkı söyler gibi/ Sevgi dolu çetin yürek/İyiden güzelden yana umut dolu/ Zindanlarda, işkenceden sürgüne /Ben gidersem arkamda ağıt duvarı olunmasın/Sevgiyle hatırlayın/ coşkuyla aydınlatın karanlıkları/ Yokluğumu aratmasın sevenlerim/ diyordu”
Sadece mektuplarından fotoğraflarından tanıyan/Orta okuldaki biricik oğlu:/ “Anne babam ne karakterli insan /Cezaevindeki devrimciler hep böyle midir?/ ne iyi şeyler yazar sevindirirdi”/ Annesi: “Onlar hep öyledir oğlum..”/Dostları: “Selam Ahmet Çetinlere/ Onurlu yaşamıyla kalbimizde olacak..”
Çelengine yazıldı, doğum: Eylül 1951
(…) değerli insan Ahmet Çetin yaşıyor
16 Mart, Söylesene Cahit
“Yaş 35” yolun neresi eder?
Burası bizim başkent Ankara !
Karlı bir günde düştü, çiçeklendi
Elden-ele, dilden gönüle..
Açar mapusun gülü!
Özgürlük dalgasıdır denizimizde
Sevdalandırasıya bir yanık ezgi
Bir çetin yürek .! ”
***
Kimdir Ahmet Çetin?
Onu yakından tanıyanların deyişiyle; ' İyi bir insan, yiğit bir kişi, inatçı ve dayanıklı olduğu kadar umut ve coşku dolu, korkunç bir öğrenme arzusuna sahip, güvenilir bir dost'
Denizli’nin Buldan ilçesinin Derbent köyünden 1951 doğumlu Ahmet Çetin, ‘Yaşamının üçte birinden fazlasını demir parmaklıklar arkasında geçirmiş ancak, gönlü aydınlıklar içinde, pırlanta dünyasıyla hep özgürlükten yana olmuş; yaşamının en zor günlerinde iyiden, güzelden ve doğrudan yana çarpan coşkulu yüreğiyle, yaşama sevdasını ve geleceğe olan umudunu hiçbir zaman yitirmemiştir. Cezaevlerinde çoğu günleri sürgünden sürgüne, bodrum katlarda ve hücrelerde geçtiğinden, çoğunlukla ziyaretçileri kabul edilmemiştir. Bu yüzden ve de uzak yerlerdeki cezaevlerinde yattığı için, ortaokuldaki biricik oğlu kendini yakından görme fırsatı bulamamış; onu sadece mektuplarından ve fotoğraflarından tanımakla kalmıştır. Buna karşın birçok yakınlarının ve dostlarının olduğu kadar, yazdığı esin kaynağı mektuplarıyla oğlunun da gönlünde taht kurmuş ve bilincine kazınmıştır. Geride onu sevgiyle ve coşkuyla hatırlayan ve hep hatırlayacak olan naif ve çetin yürekli, kendi gibi onurlu bir yığın dost bırakmıştır.' Yakın bir dostu, içtenlikli sohbetinde onun için böyle söylüyordu.
“İnsanların insanlaşması yaşamın her alanında toplumsal yükümlülüklerini omuzlamalarına, dolaysıyla inanmış oldukları felsefeden ödün vermemelerine bağlıdır.” Yakınlarına gönderdiği bir fotoğrafın arkasına bu mısraları yazmıştı Çetin.
Umut ve sevgi çiçeği olan, sıcak dostluk esintili mektup ve kartları, özgün şiirlerle doluydu:
“Öfke rüzgarları fırtınaya dönünce
Kızaran ufuklarda bulut kalmayacak
Tükenecek elbet karanlıkların ömrü
Şafaktan sonra gece olmayacak
Yüreğimiz kokladı umut çiçeklerini
Umut çiçekleri artık kanamayacak”
--------------0-------------
“Hey dostum
Benzin sararmasın yol bitmiş değil
Biz koruyamamışsak bile bir tutam ışığı
Dillerimizde yer edememişsek güzel ve acıyı
Söyleyen türküyü
Belki bir şiirdir ışır
Sancısını bağrında getirerek”
1987/Ankara
16.03.2021/Datça/Mehmet Erdal
(1)
(2) Not; Ahmet Çetin ile ilgili olarak yazıp yolladığım bir yazımın yayınlandığı derginin adı aklımda hep 'Nokta' olarak kalmış; bu nedenle hep 'Nokta' da bu arayışı sürdürmüştüm. Mehmet Şahin'in 1987 yılında yazdığı ve bugün yayındığımız bu yazıyı okuyunca, hafızamı beni yanılttığı sonucuna vardım. Yazımın çıktığı dergi 'Nokta' değil, 1987 yılı içinde çıkan 'Yeni Gündem' in bir sayısı olabilir. Eğer bu yazıyı okuyan arkadaşlardan birisi bir biçimde 'Yeni Gündem' in bu sayısına raslarsa, lütfen beni haberdar etsin./M. Erdal
Ahmet abemi saygı ile anıyorum .Denizli kapalı ceza evinde tanıştık benim için çok deyerli birDevrimci bir abeydi.işmet
YanıtlaSilYapilan iskencelerden,iskencecilerden mutlaka hesap soracağız. Saygiyla anıyorum 😥
YanıtlaSil